6 Haziran 2011 Pazartesi

BARTH’I BÜYÜTMEK

06.06.2011
Bu öyküdeki tüm kahramanlar, mekan ve olaylar gerçek yaşamla doğrudan ilintilidir… Hatta bizzat yaşamın kendisidir. Anlatılanlarda eksik kalmış, gözden kaçmış şeyler olabilir. Ancak fazladan eklenen tek bir ayrıntı bile yoktur.

Dört kişiydiler. Barth’ın annesi, güzel manken ve mankeni tavlamak adına bu sohbete katlanan cemiyet yaşantısının bekar iki ünlü erkek siması.
            Arnavutköy’de fiyatların kazıklığını örtecek kadar beyaz olarak tasarlanmış, suyun üzerinde dans eden bir balık restaurantında sohbet ediyorlardı. Daha doğrusu Barth’ın annesi konuşuyor, onun es verdiği nadir anlarda, diğerleri “yaa”, “tabii”, “gerçekten mi?” gibi onaylayıcı ifadelerle bu monologa destek veriyorlardı.
            Barth’ın annesi önce hararetli bir biçimde ünlü bir modacıya hazırladığı tasarımları ve tasarımcı olmanın zorluklarını anlatmaya başladı: “Bazen öğlen saat 3’te işe gidip gece 11’de işten çıkıyorum.” dedi. “11”i öyle bir vurguladı ki, yurdum insanının büyük çoğunluğunun zaten en az sekiz saat mesaisi olan bir işte çalıştığı gerçeği unutuldu adeta. Masadakilerden güçlü bir “aaaaa” sesi yükseldi. Güzel manken kıyafetlerini tasarlayan ve masanın yıldızı konumundaki bu diğer kadına (Barth’ın annesi) dönerek, “Bu arada bir de Barth’ı büyüttün” dedi. Dudaklarını fazlaca büzdüğünden, meali bu anlama gelen cümle aslında şöyle duyuldu: “Buarda bi dı Barth’ı büüttün”… Bu ifade sohbetin geri kalanını büyük ölçüde etkileyecek bir öneme sahipti. Barth’ı büyütenin (annesi) eline masadaki yıldız konumunu sürdürmesi için müthiş bir koz verilmişti. Adeta her cümleyi birbirine bağlayacak, her olayın sonuna eklenecek kilit bir söz… Barth’ın annesi kararlı ve güçlü bir ifadeyle güzel mankenden kendine gelen bu övgü dolu cümleyi hak ettiğini gösterdi: “Barth çok zor büyüdü!” Masadaki herkes başını hızla yukarıdan aşağı doğru sallayarak bu yargıyı tereddütsüz doğruladılar.
            Barth’ın annesi bu zaferin ardından konuyu tekrar yanında çalıştığı modacıya getirdi. “Bana çok güveniyor. Tasarımlarıma, fikirlerime inanıyor. Çok yoğun çalışan biri. Yılın yarısında Milano’da… Eee haliyle burada gözünün arkada kalmaması lazım. Geçenlerde onunla ilgili gazetede bir röportaj yayınlandı. ‘HER ŞEYİMİ KENDİM YAPTIM. Varoşlardan meşhur oldum’ gibi şeyler söylüyordu. Tamamen yalan. Annesi de babası da doktor. Çok zengin bir ailenin çocuğu. Lansmanını yapmak için böyle şeyler söylüyor.  Bu arada gay!” İşte bu son cümle masada atom bombası etkisi yarattı. Toplu halde bir “yaaaaa” sesi yükseldi.  Gözler pörtletildi, ağızlar sinek kaçacak büyüklükte açıldı. Bir kişinin özel yaşamına dair bu gereksiz detayın masadakilerde kara delik teorisi ortaya atılmışçasına merak ve hayret uyandırdığı aşikardı. Barth’ı büyüten, bu devlet sırrını söyleyerek masadaki zaferini bir kez daha kazanmış olmanın haklı gururuyla arkasına yaslanıp başını salladı.
            Bu şaşkınlığın masada yarattığı sessizliği fırsat bilen garson siparişleri almaya başladı. Cemiyet yaşantısının ünlü bekar erkeklerinden biri, Barth’ın annesinin kendisi ve kıyafetlerini tasarladığı manken için seçtiği tumturaklı isimlere sahip yiyecekleri görüp, “Sağlığınıza dikkat ediyorsunuz galiba.” dedi. Güzel manken ağzını bile açmadan Barth’ı büyüten (annesi) “Detoxtayız” diye atladı. “Doğru yaşıyorum. Trans yağları yıllardır yaşamımdan çıkardım. Kendimi bildim bileli sadece zeytinyağı var yemek yaşamımda.” diye ekledi.
            Cemiyet yaşantısının ünlü bekar erkeklerinden bir diğeri “Uzun yıllar balerinmişsiniz galiba. Onun için dikkat ediyorsunuzdur.” dedi. Güzel manken “Siporcu disiplini var zaten sende.” diyerek bu yargıyı destekledi. Barth’ın annesi üçüncü yıldızı da kapmış olmanın haklı gururu ile dudağının kenarıyla gülümsedi. “Bale benim vazgeçilmezim. Barth’ın babası ile evliyken çalışamadım tabii. Sadece Türk erkekleri kıskanç olur sanırdım. Oysa Barth’ın babası da çok kıskançtı. O dönem sadece formumu korumak için egzersizlerimi sürdürebildim. Ondan ayrılınca da balenin hobi olmasına karar verdim. Önce babamın yanında çalıştım. Sonra kendi işimi kurdum. Bir süre sonra ortak almak zorunda kaldım. Hırs yaptım şirketi tek başıma yeniden devralana kadar çalıştım. O işler sarmayınca da tasarımlarımla kendimi baştan var ettim. Yani kısacası: HER ŞEYİMİ KENDİM YAPTIM!” diyerek, kariyer geçmişini kısaca özetledi. Güzel manken yineledi: “Buarda bi dı Barth’ı büüttün” ve masanın yıldızı karşılığını hemen verdi: : “Barth çok zor büyüdü!”
            Duruşları, kıyafetleri ve sohbetteki konumları itibarıyla sadece birer konu mankeni olarak nitelenebilecek erkeklerden biri sordu: “Çizim nasıl başladı peki?” Barth’ın annesi gelen bu pası kültürel sermayesini de ortaya koyabileceği değerli bir fırsat olarak görerek hemen yanıtladı: “Çizim yaşamımda hep vardı. Hem siz babamı sadece iş adamı olarak tanıyorsunuz. Ama o aynı zamanda bir hattat. Kalıtsal olarak da yeteneğim var galiba… Ama hep söylerim; Barth çok zor büyüdü!”
            O masadaki herkes ve hatta yan masada bu keyifli bireysel başarı öyküsüne kulak misafiri olan ben, Barth’ı büyütüyor; bu zor göreve ortak ya da tanık oluyorduk. Ta ki o telefon gelene dek. Barth’ı büyüten svarovski taşlarla kaplı şık kılıfından cep telefonunu çıkardı. Kendinden emin bir ses tonuyla telefonu açtı, karşı tarafın söylediklerini dinledi. “Barth’ı fazla güneşte kalmamak kaydıyla bir saatliğine parka götürebilirsin.“ dedi ve kapattı. Sohbetin baş kısmına yetişemeyen biri, bu ifadeden yola çıkarak Barth’ın bir çocuk değil de parka götürülecek bir evcil hayvan olduğunu düşünebilirdi. Anlaşılan Barth’ı gerçek büyüten (dadısı), Barth’ı büyütenden (annesi) dışarı çıkmak için izin istemişti. Ben de fırsat bu fırsat, içimden sessizce izin isteyerek usulca ayrıldım yanlarından…
            

22 Mart 2011 Salı

Fikret Hakan ve Semir Aslanyürek'le Sinema ve Yaşama Dair...

Bugün İstanbul Arel Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından düzenlenen söyleşide Türk sinemasının usta yönetmenlerinden Semir Aslanyürek ile duayen oyuncu Fikret Hakan konuk oldular.
Fikret Hakan, "Ailenizin varlığını, zenginliği, her şeyinizi kaybedebilirsiniz ama merakınızı kaybetmeyiniz." uyarısında bulundu. Dünyadaki olumlu tek oburluğun merak olduğunu söyleyen Hakan, "ben çok yakışıklıyım, güzelim" diyerek sinema sanatının içinde bulunulamayacağı gerçeğini hatırlattı. "Zorluklara dayanma gücünüz yoksa iyi bir tiyatro/sinema izleyicisi olun. Bu da bir erdemdir." diyerek; hobi sahibi olmanın önemini vurguladı. Çevremizdeki kalabalık arkadaş grubunun, insanların bizi terk etmeye başladıkları dönemde en iyi arkadaşımızın hobimiz olacağını ifade etti. Sinemacı olmayı mazoşistliğe benzeten sanatçı, ekip bulmak için, sansürle mücadele için bir dizi emek verdikten sonra, ortaya çıkan ürüne bakıp da "Bu kadar emeğe değer miydi?" diyenin; yani yapıtı ilk eleştirenin yine kendimiz olacağını sözlerine ekledi. Büyük hayaller kurup, çok azına razı olmamız gerektiğini belirten Hakan, bir şiirle noktaladı sözerini:
"De ki,
Yalnızlıktır aslolan,
Sen ceninken, annen bile dışındaydı."
Yönetmen Semir Aslanyürek, kendisine eleştirel tutumu nedeniyle "deli" dediklerini anlattı nüktedan bir biçimde. Düşünmenin önemini vurgulayarak "Ben de düşünemedim. Ama düşünmeyi denedim. İyi anlamda felç oldum. korkmayın, siz de deneyin." dedi. Heykeltıraş olduğunu da vurgulayan Aslanyürek "Neden taş yontar gibi film yapamıyorum?" diye serzenişte bulunduğunu söyleyerek; "Neden biliyor musunuz?" diye sordu. Yanıtı çarpıcıydı: "Özgürleşmek için. Paradan kurtulmak için. Paranın olduğu yerde vicdan olmaz. Yani vicdanı konuşturmaz para!"
Potemkin Zırhlısı adlı sesiz filmin bir şaheser olduğunu ifade eden Aslanyürek, günümüzde teknolojiye atfedilen olağanüstü değeri de şu sözlerle eleştirdi: "Demek ki teknoloji ile değil, kafayla oluyor işler. Teknoloji ile insanları bir kez şaşırtırsınız. Avatar gibi filmlerin yarattığı şaşkınlık biter, unutulurlar. İnsanları düşünceyle, aşkla şaşırtın. Kalıcı olursunuz."

20 Şubat 2011 Pazar

SEÇİM GÖNÜLLÜLERİ PLATFORMUNA DAİR GÖZLEMLER

Seçim Gönüllüleri Platformu’nun 19 Şubat 2011 tarihinde Levent Kültür Merkezi’nde düzenlenen etkinliğine gözlemlerde bulunmak üzere katıldım. Platform amacını Türkiye’nin yönetiminden memnun olmayan gönüllülerin işbirliği yaparak seçmenleri bilinçlendirmesi olarak özetliyor. CHP’lilerin çoğunlukta olduğu bir oluşum olduğunu söylemek mümkün. Önce eleştirilerle başlamalı:

- Yaşları oldukça büyük, kalın çerçeve gözlüklü, boyalı saçlı, fularlı bir grup kadın ile ressam şapkalı ve yine fularlı bir grup erkeğin homojen bir toplantısı izlemi veriyorlar. Salonda kesinlikle halk havası yok.
- Toplantı boyunca her yarım saatte bir salondan cep telefonu melodileri yükseldi. Üstelik çok  “modern” ve “aydın” kesim, bu görgüsüzlükten hicap duymuyor.
- Gerek sunum, gerekse yazılı ve görsel destek materyallerinde Türkçeye gereken özen gösterilmiyor. Bu da ister istemez oluşumun ciddiyetine ilişkin bir önyargıya neden oluyor. Maddi yazım hataları insanı çileden çıkaracak türden. Gönderdikleri davet içerikli e-posta da dahi “olan çalışmalar” yerine “oaln çalışmalar” yazılmış iki kez. İlk izlenim açısından felaket olarak nitelenebilecek yanlışlar mevcut. Sözlü sunumlar sırasında da “tecrübe edinmek” yerine “tecrübe almak” ya da “aidiyet” yerine “ayıdıyet” gibi ifadeler kullanılabiliyor. Ayrıca görsel malzemenin (çalışmaları özetleyen fotoğraflar) yatay-dikey dikkat edilmeden sunulması, platformun çalışmalarının özensizliğini orta koyan bir diğer örüntü.
- Bir yandan “halka inmek” yerine “halka çıkma”nın öneminden bahsedilirken; etkinlikleri özetleyen sunumlar sırasında halktan “koyun”, “sazan” gibi metaforik anlatımlarla bahsedilmesi “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?” diye sorduruyor.  
- Görüş ve öneri bölümünde söz alan hemen herkes kendi bölgesinde ne kadar çok çalıştığını anlatmaktan öteye gidemiyor. Yapıcı bir paylaşımdan daha çok icraatin içinden havası seziliyor.

Bu eleştirilerle birlikte Cumhuriyet gazetesi köşe yazarı Dr. Erdal Atabek’in konuşmasında dikkat çektiği önemli mesajlar vardı. İşte bazıları:
- AKP piyasanın iktidarıdır. Piyasa iktidarı insana acımaz. AKP dinin iktidarı değildir.
Benim CHP’ye oyum kurumsal bir oydur. Kemal Kılıçdaroğlu, Deniz Baykal fark etmez. (CHP’nin yanlışlardan ders çıkarmamasına, kendini yenileyememesine neden olan en önemli sorunlardan biri bu yaklaşımdır zannımca.)
- Gençlerimiz dijital dünya/küreselleşme tarafından esir alındı. Tepki göstermiyorlar.
- Halka “Ben sana bir şey vereceğim. Ben senden üstünüm. Sen benden bir şey almaya mecbursun” mantığıyla gitmek yanlış. “Ben senden bir şey almaya geldim. Ben senin derdinin ortağı olmaya geldim.” anlayışı gözetilmeli.
- Ordunun bizi kurtarmasını beklemek yanlıştır. Ordunun politikadan elini çekmesi doğrudur. Bunu Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda söyledi. “Ya asker olacaksınız, ya vekil.” dedi.  
Alan çalışmalarında anahtar insanlar bulmaya çalışın.
Konuşmaktan çok dinlemesini bilmek gerek. Karşımızdakini konuşturmamız gerek. Samimi, güvenilir ve sürekli bir ilişki kurabilmek önemli.   

Sonuç itibarıyla, niyetleri ile eylemleri birbirini tutmayan geleneksel muhalefet anlayışını bir adım öteye götürebileceklerine olan inancım maalesef zayıf. Amatör bir ruha sahip olsa da daha profesyonel yapılanmış, gerek medyayla gerekse halkla iletişimi tutarlı ve başarılı muhalif oluşumlara ihtiyaç var.

9 Şubat 2011 Çarşamba

SOCIAL MEDIA WEEK ISTANBUL – 9 Şubat 2011 programından notlar

1.    Sosyal Medya ve Dijital Ekonomi / Arda KUTSAL (Webrazzi)
·         Twitter'a Türkiye’den giren tekil kişi sayısı 1.2 milyon gibi tahmin ediliyor.
·         Facebook’ta 25.9 milyon Türk kullanıcı olduğu tahmin ediliyor. %74.2’si Türkiye’den Facebook’a bağlanıyor. Diğerleri yurt dışından.
·         Sosyal medya “ne yaptığını paylaş” temeline dayanan bir sisteme sahip.
·         Google'a göre 4sq'i Türkiye'de kullanan kişi sayısı 30.000. Daha gideceği çok yol var 4sq'in.
·         Innovative reklamcılık için mecralar sunuyor. Google’ın yaratıcı bir reklamcılık anlayışı var.
·         Facebook işletmelerden reklam bekleyen güzel bir ağ kurdu, twitter’ın nasıl bir reklam anlayışına sahip olacağını yakında göreceğiz. Muhtemelen kişilerin takipçilerine, takip ettiklerine ve yazdıklarına bakılarak hedef kitle sunacak.
·         Dell bunun ipuçlarını verdi. Twitter sayfasında çeşitli kampanyalar sunup, tweet yazanlara fırsatlar sundu.
·         Önce elbette büyük işletmeler yer alacak ama sonuçta sosyal medyadan küçük işletmeler yararlanacak.



2. Sosyal Medya’da Muhalefet Mümkün mü? / Doç. Dr. Aslı Tunç, Serdar Cevher, Dr. Özgür Uçkan
Doç. Dr. Aslı TUNÇ
·         Politik muhalefet neden sana aleme kaydı? Artık 20. yy.ın basınını betimleyen kavramlarla yeni basını anlamak mümkün değil.
·         Gazetelerin Don Kişotvari bir üslupla halkın haklarını koruduğu iddialarına artık kimse inanmıyor.
·         Dev ve hızla hantallaşan medya kuruluşları artık kimsenin sesi olmuyor.
·         İktidar ve denetim mekanizmaları yavaş yavaş el değiştirmekte.
·         İnternet aktivizmi abartılı mı? Gerçek mi?
·         Twitter’sız devrimler olmadı mı?
·         Fransız Devrimi matbua
·         İran Devrimi kaset (burka içine saklanan kasetler)
·         1989 Polonya olayları telefon devrimi miydi?
Her dönemde bir araç vardı.
·         Teknolojik iyimser Gordon Brown: “Twitter çağında Ruanda soykırımı yaşanmazdı” diyor.
·         SİBER-KUŞKUCULAR:
Evgeny Morozov- The Net Delusion
Sosyal medya ve bloglara açıkça dudak büküyorlar ve değişimin mecradan gelmeyeceğini, bazı eylemlerin Batı medyası tarafından bilinçli bir biçimde abartıldığını ve yönlendirildiğini düşünüyorlar.
Tweetler değil, insanlar hükümetleri alaşağı yapar.
“Flickr, Youtube ve Batılı sempatizanlar sayesinde gizli istihbarat servisinin elinde koca bir bilgi havuzu var.” (Evgeny Morozov)
Facebook Eylemciliği: İnsanları bir amaç uğruna buluşturan şey kişisel ilişkilerdir.
İnsanlar ancak çok yakın arkadaşlarının peşine takılarak eylemlere katılırlar.
Oysa sosyal mecralar yakınlık değil ancak yakındaşlık ve tanışıklık sağlar.
Uzaktan bildiği, izini kaybettiği, yüzünü bile görmediği insanlar için kimse kendini riske atmaz.

·         Fransız Marksist Joel de Rosnay’ın “Proneterya’nın İsyanı” adlı kitabı dikkate değer. Proneterya bilgiyi üreten, tüketen, yayan, yeni ve genç bir sınıf. Günümüzde, İnfo-kapitalistlerle proneterya karşı karşıya.
·         Sanal alemde çakan muhalefet kıvılcımları Tunus ve Mısır’la başlamadı. 2004 Irak, 2004 İspanya, 2007 Belçika, 2009 İran…
·         Protestolara katılanlar çok kolay fişlendi İran’da. Yani İran’da sosyal medya açısından bakıldığında tam tersi sonuç doğurdu. Yani bütün bu olaylar siyah ya da beyaz olarak okunamaz.
·         “Günümüzde internete bağlı olmak, bir gruba ait olmaktan çok daha önemli.” Michel Serres

Dr. Özgür UÇKAN
·         Sadece sosyal medya ile muhalefet mümkün değil ancak sosyal medyasız da mümkün değil.
·         İnternet henüz sessiz sinema döneminde. Neler geleceğini bilmiyoruz.
·         İran’da, Nida olayında, KİTLENİN MEDYASI KİTLE MEDYASINA GÖRÜNTÜ SAĞLAMIŞTIR.
·         İnternet artık televizyon reklam hacmini de geçiyor.
·         Sızıntı gazeteciliğinin 2000 yıllık bir tarihi var. Ama bu kadar büyük çapta belge sızması yok geçmişte.
·         Bir arabayla zor çıkacak belgeler bir flash diske sığıyor.
·         Arthur Kroker yaşananları Prag Baharı esprisinden hareketle Arap Baharı olarak niteliyor.
·         Genç ve eğitimli işsizlik ve ayyuka çıkan yolsuzluklardı Tunus’u ayağa kaldıran. Elbette wikileaks yüzünden olmadı. Wikileaks malumun ilanıydı.
·         Bütün devrimlerde iletişim başroldedir. Her devrin kendine özgü iletişim sistemi ile olur. Ancak harekete geçecek bir halk yoksa elbette devrim olmaz.
·         Memetik etki, viral yayım etkisi göz ardı edilemez sosyal medyanın.
·         27 Ocak 2011 gecesi Mısır hükümeti tüm internet ve cep telefonu iletişimini kesti. Bu bir ilktir.
·         Muhalefet iletişimle olur. İletişim devrimin temellerinden biridir.

Serdar CEVHER / Bilgi Üniversitesi sözlüğü “santralsozluk” kurucusu
·         Facebook’ta 430, Twitter ise 140 karakter ile sınırlı. Ayrıca akışkan sistemler. Yani bir yazdığınızı bulmanız zor. Oysa sözlükte başlığı yazıp erişebiliyorsunuz. Kalıcı, defalarca erişebiliyorsunuz yazdıklarınıza.
·         Görsel ve videonun olmaması metne odaklanmayı sağlıyor. Yazmaya teşvik ediyor. Derinlemesine tartışmaya olanak veriyor.

3.    Sosyal Medyanın Karanlık Yüzü / Av. Başak Purut (Ekşisozluk’un avukatı-kanzuk), Av. Ceyda Cimilli Akaydın ve Av. Gökhan Ahi
·         Fake Hesap: Hocalar için öğrencilerin aldığı hesaplar, erkek arkadaş intikamı, dolandırıcılık eylemleri (sohbet sırasında özel bilgilerinizi alıyorlar)
·         Bir şirket adına kadın ticareti yapan bir site açmışlardı. Hakaret yok, pornografi yok. Ciddi bir ticari kayıpla, çok yoğun uğraşlar vererek o siteyi kaldırttırabildiler. Çünkü şirketlerin adı google’da aratılıyor. O dönemde yatırım bile yapamadılar.
·         Eski Türkiye Güzeli adına hesap açıp para/hediye isteyenler, bu yolla dolandıranlar var.
·          Arayan biri “Ben evlieşşek” bana hakaret edildi, yasal yollarla hakkımı aramak istiyorum” diyor. Artık sadece kişilere hakaret yok. “Avatar Hakları” (nick name, takma isim hakları) yeni yeni gündeme girmeye başladı. Ekşisozluk yazarı “Avasas”a hakaret eden Yenişafak gazetesi yazarının davası halen sürüyor.
·         Twitter’da RT (Retweet) yaparken dikkat edin. Suça iştirak etmiş ve suça konu ifadeyi yaymış olduğunuzdan ceza alabilirsiniz.

4.    Sosyal Medya ve Spor: Fırsat mı Tehlike mi? / Fırat İşbecer (verkac.org, Pozitron), Bağış Erten (Eurosport), Bülent  Timurlenk (Sabah), Caner Eler (Eurosport, Radikal), Burcu Esmersoy (Ntvspor)
Bülent Timurlenk
·         Gazetecilik herkesin sabah yataktan kalkınca yapabileceğine inandığı ama sadece yapabilenlere para ödenen meslektir.
·         Türkiye’de Tanju Çolak için bir tane site yok.
·         Bir sitenin çok tıkanması onun geçmiş arşiviyle alakalıdır.
·         Spor medyası sadece spor yazarlarından ya da maçı değerlendiren adamlardan oluşmuyor. Kış sporlarını değerlendirecek doğru düzgün editör yok.
·         Herkes spor yazarlığı peşindeyse çok fazla insan hayal kırıklığı yaşayacaktır.
·         Gazetelerin insan kaynakları eklerinde “gazeteci”, “editör” aranıyor ilanı bulamazsın. Bu biraz daha staj döngüsüyle alaylılıkla işleyen bir meslek.
Caner Eler
·         Bisikletçilerle ilgili bilgi alabilmek için twitter kullanıcısı oldum. Özel bilgilerini paylaşıyorlar. Bilgiye ulaşmak eskiden çok zordu. Basın açıklaması yerine sosyal medyayı kullanıyorlar.
·         Zararlı olduğu yanlarda var: Sporcuların müsabakadan hemen önce tweet yazması bahis ve spekülasyon açısından eleştiriliyor. “Bacağım çekiyor.” yazıyor. Bütün bahisler değişiyor.
·         Twitter’ı kullanan iletişim gücü yüksek Türk sporcu yok.

          Bağış Erten
·         Kolin Kazım’ın tweet yazması yasak. Gecenin bir yarısı yazınca, taraftar tweet yazıp uyarıyor. “Yarın maç var, yat.” diyorlar. Vatandaş haddini bildirme yarışına girince hesaplarını kapatan sporcular oldu.
·         Türkiye’de spor yazarlığı takım yazarlığına dönmüş durumda. Hem böyle, hem de “taraflı yazıyor” diyorlar.

          Fırat İşbecer
·         Spor kulüpleri sosyal medyayı daha çok savunma amaçlı kullanıyor. Daha resmi duruyorlar. Eğer taraftarla angajmana geçerlerse kontrol elden gidebilir. Bu nedenle temkinliler.

         Burcu Esmersoy
·         Kendimi medya maymunu olarak tanımlayabiliyordum. Şimdi de sosyal medya maymunuyum. Kendimi de eleştiriyorum.
·         Ekşisozluk nickinin ardına saklanan ödlekler topluluğu. Sinan Güler isimli eski bir tanıdığım orada gerçek dışı şeyler yazdı.
·         Twitter’la sporcular sanki size kahvaltıda ne yediklerini yazacak kadar yakın geliyor.
·         Bazen sizi ne kadar çok kişinin takip ettiğini unutabiliyorsunuz.

5.    Sosyal Medya Gazeteciliği Öldürüyor mu? Prof.Dr. Haluk Şahin, Yrd.Doç.Dr Okan Tanşu ve Serhat Ayan
Prof. Dr. Haluk Şahin (IPAD’la gelerek herkesi şaşırttı)
·         Eflatun’un yazının kullanılmasından sonraki eleştirilerini unutmayalım.
·         Düşünsel derinlikten yazı nedeniyle mahrum kalınacağını söylerdi Eflatun.
·         Bir dönem televizyonun ne kadar yüzeysel düşünmeye sebep olduğu söylendi.
·         Şimdi de sosyal medyanın yüzeysel olduğu ve kafa dağınıklığına neden olduğu söyleniyor.
·         Fax çıktığı zaman da gazetenin yok olacağı söyleniyordu.
·         Gazete kendisi computirize oldu. Yani gazetecilik teknolojiden yararlandı.
·         Ancak internet hesapta yoktu. Destek ilişkisi rekabet ilişkisine dönüşüyor eleştirileri ortaya çıktı.
·         İletişim tarihine baktığımızda yeni bir teknoloji ortaya çıktığında başlangıçta şok yaşanıyor, sonra iş bölümü yapılıyordu.
·         Ama bu kez durum şüpheli. Yazılı gazetenin son 20-25 yılına girdiği söyleniyor.
·         Türkiye’de son basılı gazetenin 2036 yılında çıkması bekleniyor. Bu ölümü kabul etmemek zor.
·         Öğrencilerin büyük bölümü gazetesiz yaşıyor.
·         Yabancı arkadaşlarıma türkiye’de yeni bir gazete çıktı dediğimde (Habertürk) şoke oldular.
·         4.5 milyonluk gazete tirajına baktığınızda bunun hormonlu olduğunu görüyorsunuz.
·         Önemli bir kısmı dağıtılıyor gazetelerin.
·         Milliyet gazetesinin 17 tane promosyonu var.
·         Zaman’ın bayii satışı 20-22 bin… Geri kalanı dağıtılıyor.
·         Hiç para vererek Radikal almadım ama Radikal’siz kalmadım. Orada burada dağıtılıyor.
·         Gazetelerin büyük bir kısmı para kazanmıyorlar.
·         Sadece gazetelerde değil, televizyon kanallarında da fragmantasyon yaşanıyor. Onlar da sosyal medya ile yardımlaşmaya soyunuyor.
·         Günümüzde gazete yöneticisinin görevlerinden biri de “sosyal medyayı nasıl kullanırım?” diye düşünmek olmalıdır.
·         Soru şu: “discussion and deliberation” bu ortamda gerçeklebilir mi? Gerçekleşemez mi? Sosyal medya ile ilgili ütopik heyecan başka bir şey ama eleştirel vasfımızı da bırakmayalım. Her şeyin bireysel iletişime indirgendiği bir dönemde temsili demokrasi olabilir mi?

30 Ocak 2011 Pazar

TEKNOÜTOPYA VE TEKNOFOBİ KARŞITLIĞINDA MEDYA VE DEMOKRASİ

“Her teknoloji, hem özgürleşim hem de tahakküm karşı ihtimallerini bünyesinde taşır.” Arthur KROKER

Demokrasi ve basın özgürlüğü kavramları medya çalışmalarında merkezi bir konumda olagelmiştir. Bu bağlamda, kavramların “yeni medya” ile ilişkilendirilmeleri öncelikle tarihi bir çizgide bu gelişmeleri sorgulamayı gerektirmektedir. Yazıda, farklı kuramların temel meselelere yaklaşımlarının saptanmasının ardından; temsili demokrasi ile doğrudan demokrasi arasında bir sentez çabası olarak, sermayenin egemenliği dışında ve sermayeye rağmen bir “kolektif tecrübe ufkunun” varlığı bağlamında kamusal alan tartışmalarına yer verilecektir. Yüz yüze iletişimle yeniden kurulması pek de mümkün gözükmeyen kamusal alanın, radikal ve muhalif kamuları da kapsayacak biçimde yeni medya dolayımıyla kurulma olasılığı sorgulanacaktır.
Dile getiriliş biçimi ne olursa olsun basın özgürlüğünün ortak işlevi, demokratikleşme için verilen mücadelede yönetenlerin ve çoğunluğun fikirleri dışında kalanlar için bir emniyet supabı olarak görülmesi ve “kötü” ve “keyfi” yönetimlere karşı bir savunma aracı olmasıdır.
En genel biçimiyle liberal yaklaşım ifade özgürlüğünün korunmasında ve belki de kurulmasında kitle iletişim araçlarının vazgeçilmez bir rolü olduğunu öne sürerken, eleştirel yaklaşım sınıflı bir toplumda ifade özgürlüğünün mümkün olamayacağını söyler. Liberal yaklaşım “mülkiyet hakkı” ve dolayısıyla “piyasanın özgürlüğü” (negatif özgürlük-freedom) ile temellenen bir basın özgürlüğü kavramsallaştırmasına sahiptir. Eleştirel yaklaşım özgürlük meselesini bir “özgürleşim” (pozitif özgürlük/emancipation) mücadelesi olarak kurar ve sınıf bilincinin oluşması ve dünyanın emekçilerce hakça bölüşümü olarak kavrar. Yine liberal yaklaşım demokrasi için kitle iletişim araçlarından yararlanılabileceğini savlar. “Peki ama kimin demokrasisi?”… Eleştirel kuram içinse bu sav değerini sorgulamadan kavramı sorunsallaştırmaktan öte bir şey değildir.
Geleneksel aristokrasi ile ticari burjuvazinin dışındaki geniş halk kitlelerinin de “gazete tüketicisi” saflarına katılmasıyla birlikte bir yandan siyasi parti basını (party ptress) doğarken; öte yandan onun bir “mezar kazıcısı” olarak kitlesel tirajlı basın (mass circulation press) yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Basın özgürlüğü de bu gelişmelerin seyrinde doğan bir kavram olarak kitle iletişim araçlarına toplumlarca yüklenen işlevler ve onlardan beklentilerdir. Burada ifade edilen “toplum” vurgusu dikkate değerdir. Örneğin Kuzey Amerika’da basın özgürlüğü sömürgeciliğe karşı verilen demokrasi mücadelesinin bir simgesi olurken; Avrupa’da ise din özgürlüğüne yönelik demokrasi mücadelesinin bir simgesi durumundadır.
19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın başına kadar geçen sürede basın özgürlüğü liberal gelenek etrafında şekillenmeye başlamış ve genel anlamıyla “mülkiyet hakkı”na indirgenmiştir. Bu dönemde özgürlüğün ancak devletten özerk olunduğunda sağlanabileceği anlayışı hakimdir. Düşüncelerin pazarda serbestçe dolaşması (market place of ideas) analojisine yaslanılmaktadır. Medya pluralizmi ancak bu sayede sağlanabilecektir. Görüldüğü gibi bu dönemde basın özgürlüğü tartışmaları “medya çalışanları”nın değil, “mülkiyet hakları”nın korunmasını önermektedir.
20. yüzyıl ile birlikte, basın sektörünün tekelleşerek gelişmesi, gerek kuruluşların kârlarını arttırma çabaları, gerekse reklamcıların etkisi gibi sektör dışı ekonomik ve mali çıkar çevrelerinin baskıları nedeniyle “medya pluralizmi” ve “serbet pazar” mitleri üzerinde düşünülmeyi gerekli kılmıştır. Yine bu dönemde basın sektörüne ilk kez yatırım yapabilmek için gereken sermaye miktarı kat be kat artmış; farklı fikirlerin medyada yer alma olasılığı da giderek azalmıştır. Sarı Basın (Yellow Press) ve kitlesel tirajlı basın (mass circulation press) yükselirken; fikir gazeteciliği (opinion press)  ve siyasi parti gazeteciliği (party press) yok oluş serüvenine girmiştir.
Curran’a göre yukarıda da değinilen pek çok liberal mit, medyanın küçük çaplı siyasal yayınlardan oluştuğu ve devletin yine küçük bir seçkin grubu tarafından denetlendiği dönemlerde oluşturulduğundan, günümüz medya ve demokrasi tartışmalarını açıklamada yeterli olamamaktadır.
Liberal kuram çerçevesinde gelişen diğer kavramsallaştırmalara ve bunlara yönelik eleştirilere de yer vermek yerinde olacaktır. Bunlardan ilki “Kamu Yararı”dır. Devlet müdahalesi ile liberal öğreti arasında bir uzlaşı sağlayan bu görüşe göre “ortak iyi” adına devletin basın kuruluşlarına müdahale edebileceği varsayılmıştır. Tabii “kamu adına” ve “demokratik” kaygılarla…
“Basının Toplumsal Sorumluluğu” kavramsallaştırması ise kitle iletişim aracının mülkiyetini elinde bulunduranların yayın içeriklerini kendi çıkarları için değil kamu çıkarına göre belirlemeleri gerektiğini söyler. Zira medyanın ürettiği mal, diğer sanayi-ticaret faaliyetlerle aynı kefeye konamayacaktır. “Watch Dog” (Bekçli Köpeği) ifadesi ise basının bir bekçi köpeği gibi hükümet uygulamalarını denetlemesi ve halkı olan bitenden haberdar etmesi gerektiğine işaret eder.
Buraya kadar gündeme getirilen liberal yaklaşımdan doğan tezler de J. S. Mill’in gözüyle okunduğunda gerçekliğini yitirmektedir. Mill şöyle söyler:
“Bir düşünce doğru da olsa farklı düşüncelerle çarpışmadığı sürece, kısa sürede dogmaya dönüşebilir.”
Mill şöyle devam eder:
“Eğer tek bir kişi dışında herkes aynı fikri paylaşıyorsa, nasıl ki bu kişinin diğerlerini susturmaya hakkı yoksa; diğerlerinin de bu tek kişiyi susturmaya hakkı yoktur.”
Görüldüğü üzere “kamu yararı”, “ortak iyi” ve “genel ahlak” gibi mitler pek çok güçlüğü içinde barındırmaktadır.
Curran da, benzer bir şekilde çoğu kez demokrasi ve basın özgürlüğü için “büyük adım” gibi muştulanan pek çok gelişmeyi eleştirel bir gözle okumayı önerir. Örneğin 1800’lerin sonunda İngiltere’de damga vergisinin kalkması, pek çok araştırmacı için basın özgürlüğünün önündeki engeli kaldıran bir gelişme olarak algılanmıştır. Oysa bu sayede, reklamların maliyeti çok ucuzlamış; potansiyel ve çok sayıda müşteriye hitap eden popüler/kitle gazetelerine reklam akışı hızlanmıştır. Muhalif ve radikal basın ise reklam gelirlerinden mahrum kaldığı için piyasadan çekilmek zorunda kalmışlardır. Bu dönemde devletin baskısının yerini piyasanın baskısına bıraktığı açıktır.
Chomsky’e göre günümüzde büyük çoğunluk medya ve demokrasi ilişkisi bağlamında basın özgürlüğünü sadece gazeteleri okuyabilmek, televizyon izleyebilmek ve sinemaya gidebilmek olarak görmektedir. Oysa bu iletişim mecralarının içeriğinin nasıl doldurulacağı; neyin, nasıl gösterileceği konusunda belirleyici medya endüstrisinin sahibi olan, üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar ile onların ücretli olarak çalıştırdıkları medya profesyonellerince belirlenmektedir. Tıpkı tekelleşme ile birlikte yıkılan “medya pluralizmi” miti gibi medya içeriğinin çoğulculuğu miti de efsanedir. Çünkü çoğu medya içeriğinde “Birinci Dünya Bakış Açısı” hakimdir. “Dördüncü güç” olarak aksettirilen medya, güçlerin medyası olan ideolojik bir aygıttır.
Michael Parenti de içeriğin belirleyicisinin toplum olduğuna dayanan “halk ne istiyorsa onu veriyoruz” mitini eleştirir ve görüşlerini şöyle ifade eder:
“Halk ne istiyorsa onu verdiklerini söyleyenler yalan söyler. Bir medya içeriği oluşturulurken, isteklerine bakılanlar medya sahipleri ve reklam verenlerdir. İçerik bu aktörlerin belirleyiciliği altında oluşturulur çünkü asıl mutlu edilmesi gerekenler halk değil, bu aktörlerdir. Bir medya içeriği izleyicinin tepkisi alınmadan oluşturulur. İzleyici tepkisiyle değiştirilmesi mümkün değildir. Hatta belki de gerekli değildir. Halk ne istiyorsa onu verdiğini iddia edilenler; halkın kendi verdiklerini beğenmesi için ellerinden geleni yaparlar.”
Medyada gözlenen bir diğer gelişme ise,  tekelleşen, ticari hale gelen ve eğlence pompalayan medyanın temsili demokrasi ile doğrudan demokrasi arasında bir sentez niteliğinde olan kamusal alanı giderek küçülttüğü gerçeğidir. Bu bağlamda “kamusal alan”ın “ne”liğini, yükselişini ve çöküşünü, son olarak da yeni medya ekseninde yeniden doğma ihtimalini tartışmak yerinde olacaktır.
Alman sosyolog ve siyaset bilimci Jürgen Habermas tarafından ortaya atılan “Kamusal Alan” alan kavramı eleştirel sosyal bilimciler tarafından çokça tartışılan bir konudur. Habermas “Kamusal Alan’ın Yapısal Dönüşümü” (KAYD) adlı kitabında feodalizm sonrasında kurulan ulus devletin burjuva kamusal alanının demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olduğunu söyler.
Kamusal alan devlet politikaları, ticari çevreler ve ailenin mahrem yaşamının dışında bir dördüncü güç olarak rasyonel akıl yürütme ve söylemsel etkileşim alanıdır. Devlet eylemi ve sivil toplum üzerine düşünmek üzere bir araya gelen kamunun “özneler arası” bir akıl yürüterek parlamento üzerinde etkili oldukları bir alandır.
Kamusal alan ilkesel düzeyde herkese açıktır. Herkes statülerini bir kenara bırakarak bu alana dahil olup, politik konularda fikirlerini paylaşıp bir konsensüs/uzlaşma arayışına girebilir. Halk kendi kendisi ve devletin pratikleri üzerine eleştirel biçimde akıl yürütebilir.
Habermas, Burjuva kamusal alanın doğuşunda medyaya büyük önem atfeder. Bu dönemde süreli yayınlar önem kazanmaya başlar. Tıpkı kamusal alan gibi, bu yayınlarda da önce sanat ve edebi tartışmalar yer alırken; daha sonra politik konular tartışılmaya başlanır. Bu bağlamda, bu dönemde sadece Londra’da düzenli olarak katılımcıları olan 3000’den fazla kahvehane olduğunu ve bu kahvehanelerde süreli yayınların okunarak üzerinde akıl yürütüldüğünü söylemek yerinde olacaktır. Basının ve kamusal alanın etkisiyle, parlamento daha şeffaf hale gelmiş; parlamentonun basın üzerindeki denetimi kalmıştır. Parlamento basına ve kamuoyunun taleplerine karşı daha duyarlı hale gelmiştir.
Habermas, 18. yy.da gelişen ve demokrasinin olmazsa olmazı olan bu alanın; 19. yy. ile birlikte, devletin nüfuz alanını genişletmesi ve tekelleşmenin artması ile birlikte çöküşe geçtiğini söyler. “Yeniden feodalleşme” olarak adlandırdığı bu dönemde,  kültürel akıl üreten kamunun pasif kültür tüketicisine dönüştüğünü söyler. Bu dönemde insanlar sadece birlikte sinemaya gitme ve radyo dinleme etkinliklerinde bulunurlar ama bunlar da kamusal (özneler arası) akıl yürütme faaliyeti olarak okunamaz. Kültür, özel alanda tüketilir hale gelmiştir. Burjuva toplumunun eleştirel vasfı yok olmuştur. Nasıl ki, burjuva kamusal alanın doğuşunda basın etkili bir güç olmuşsa; yıkılması ya da daralmasında da etkili olmuştur. Gittikçe ticarileşip, tekelleşerek eleştirel misyonunu yitirmiştir. Yine bu dönemde, iletişim sadece ticari kaygılarla yapılmaya başlamış, eğlence işlevi diğer tüm işlevlerden önemli hale gelmiştir. Eskiden siyasi eleştiri amacı güden medya, bu dönemde siyasi bir propaganda, halkla ilişkiler ve reklamcılık alanı haline gelmiştir. Depolitize bireylerin oluşmasında etkili olmuştur.
Elbette Habermas’ın kamusal alan kavramsallaştırmasına yönelik eleştiriler de mevcuttur. Her şeyden önce Habermas, sınıf ve cinsiyet körüdür. Rasyonel, akıl yürütebilen ve mülk sahibi burjuva erkeklerine açık bir alandır. Radikal ve muhalif kamulara zaten baştan kapalıdır. Özel ekonomik çıkar ve ev içi şiddet gibi konuları kamusal tartışma alanına hiç dahil etmemiştir. Habermas, kamusal alanın çöküşüne dair sadece durum tespitinde bulunmuş ve bir reçete ortaya koyamamıştır.
Habermas eleştirilere yanıt verir. Ona göre kamusal alan dışlayıcı olduğu kadar kapsayıcıdır da.  Aklın özel alanda kullanımına göre kamusal kullanımının etkisini vurgulamaktadır. Sivil toplum ve devlet üzerine düşünerek hakikat arayan bir özneler arası aklın önemine işaret eder.
‘Yeni Medya’nın daralan ve yıkılan bu alanı yeniden canlandırıp canlandıramayacağına ilişkin tartışmalara geçmeden önce, “yeni medya” ekseninde “enformasyon çağı” olarak nitelenen dönemin genel özelliklerinden bahsedilmesi yerinde olacaktır.
Yeni Medya’nın yeni aktörleri çok uluslu şirketler, bu aktörlerin üretim tarzında kullandıkları başlıca araç ise Bilgi ve İletişim Teknolojileri (ICT ya da BİT)’tir. BİT ve Yeni Medya, eşitsiz toplumsal ilişkileri yok eden bir mucize gibi muştulanmaktadır. Teknolojiyi girdi olarak kullanmak tarihselci, kaçınılmaz, gelişmeci, doğal, teslim olunması ya da oldurulması gereken bir süreç olarak gösterilmektedir. Bu teknolojileri kullanabilecek altyapıya sahip olmak ise önemsizleştirilmektedir. Gelişmekte olan ülkeler bu teknolojiyi gerektirecek, doyuracak ve yaşama geçirecek alt yapıya gerçekten sahip midir? Yoksa kapitalizmi içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarmanın bir aracı mıdır BİT? Bağımlılık ilişkilerini yeniden kuracak bir ambalaj mıdır? Toplumun geneli için değil, bir bölümü için refah sağlayacak bir araç nasıl olup da yeni bir toplumsal yapıyı işaret eden en güçlü argüman haline gelebilmektedir?
Kurucu babalardan Mc Luhan’ın “Global Köy” ve “Enformasyon Çağı”, Daniel Bell’in “Sanayi Sonrası Toplum”, Alvin Toffler’in “Üçüncü Dalga” olarak müjdelediği bu döneme, kuşkusuz eleştirel bir gözle bakmak gerekmektedir.
Daniel Bell sanayi toplumunun sonrasında, ondan farklı özelliklere sahip olan bu toplumun genel olarak ideolojilerin, özel olarak Marksizmin sonunu getirdiğini düşünmektedir. Sermaye-emek çelişkisinin sona erdiğini müjdelemektedir. Japon Masuda da benzer şekilde “Computopia” kavramsallaştırması ile BİT’in olanakları sayesinde insan emeğine bağımlılığın sona ereceğini söylemektedir. Bağımlılığın insana değil, sermaye sahiplerine olduğu gerçeği silikleştirilmektedir.
İster olumlu, ister eleştirel bir bakışla bakılsın yeni medyaya bakılırken gözden  kaçırılan şey, teknolojiye atfedilen olağanüstü güçtür. Üretim tarzındaki teknik girdiler, başat konuma getirilmekte; toplumsal ilişkiler marjinalleştirilmekte ve analiz nesnesi dışında bırakılmaktadır. Devrimi yapacak olan insan değil de teknolojiymiş gibi aksettirilmektedir.
Şu ana kadar sıralanan iyimser iddialara karşı çıkan; kötümser bir teknolojik determinist, teknofobik ve hipermodernist olarak nitelenen Virilio’ya göre siyaset insanların elinden alınmıştır. Giderek ordu, devlet ve teknoloji tarafından belirlenmektedir. Kamusal katılım artmak şöyle dursun, gittikçe azalmaktadır.
Schiller da benzer endişeleri paylamaktadır. Ona göre siber uzam yoksulların asla “özne” olarak var olamayacakları, yalnızca birer tartışma nesnesi olarak var olabilecekleri bir ortamdır. Sanal topluluklar meta sermayesi tarafından atomlaştırılmıştır. Gerçek komünal yaşam yok olmuştur. Sanal topluluklar yükümlülük ve sorumluluk yeri olan gerçek toplulukların aksine ironi ve oyun üzerine kurulmuştur.
Bir başka kötümser teknolojik determinist olan Winston ise “radikal potansiyelin bastırılması yasası” olarak adlandırdığı kavramsallaştırma ile yeni teknolojilerin, muhalif ve radikal çabaları, egemenlerin istediği biçimde bir potada erittiğini söyler. Müzik parçalarının paylaşıldığı bir internet sitesi olan Napster’a yönelik davayı da bunu örneklemek için kullanır. Napster, fikri haklara yönelik davalardan korumak için katılımcılarının sahip oldukları mp3 formatlı müzik parçalarını site üzerinde tutmamış, sadece katılımcılar arasında bir ara buluculuk yaparak; birbirlerinden müzik parçası alabilmelerine olanak sağlamıştır. Ancak ABD Plak Şirketi açtığı davayı kazanmış, Napster yüklüce bir tazminat ödemeye ve başarısız bir abonelik sistemi kurmaya mahkum olmuştur. Böylece tam da Winston’ın iddia ettiği gibi radikal olan bastırılmıştır. Oysa Winston’ın gözden kaçırdığı bir nokta vardır. MP3 paylaşımı, sanatçının emeğinin üzerinden para kazanan plak şirketlerini aradan çıkarma fikrini doğurmuştur. Kısacası cin şişeden artık çıkmıştır. Küçük ve parçalı çabalarla da olsa, bu olasılık sorgulanmaya ve denenmeye devam edilmiştir. Bu da bize Arthur Kroker’in “Her teknoloji, hem özgürleşim hem de tahakküm yönünde karşı ihtimaller taşır.” önermesinin doğruluğunu göstermektedir.
Egemenlik ve özgürleşim eksenleri yerine daha farklı bir okuma öneren Manuel Castells de yeni medya teknolojilerinin bir yandan kültürel sermaye ve hiyerarşiyi üretirken, diğer yandan toplumsal hareketlerin seslerini duyurmada ve uzaktaki toplumlarla bağ kurmalarında önem arz ettiğini iddia eder.  Castells, ilk uluslararası gerilla hareketi olarak tanımladığı Zapatistaların Meksika’da yerel saygınlık ve toprak amaçlı verdikleri demokrasi mücadelesinde internetten ustaca yararlandıklarını vurgular. Her türlü yerel deneyimin küresel gündeme taşınmasında, zaman ve uzam boyunca iletim kapasitesine sahip yeni medyanın önemine dikkat çeker.
Benzer şekilde geçtiğimiz yıl Tekel İşçilerinin direnişleri egemen medyada iki dakika ile sınırlı bir biçimde, araya reklamlar alınarak ve “münferit olaylar” olarak aksettirilmiştir. Oysa yeni medyanın zaman ve uzam sınırlı olmayan kimi alternatif mecralarında, süre kısıtlaması olmaksızın konu tartışmaya açılmıştır.  Yani zaman, kurgu ve reklamla sınırlı “yeniden üretim” derdi olmaksızın bütünlüklü bir sınıf mücadelesinin verildiğini gösteren mecralara rastlanılabilmiştir.
Dünya Sosyal Formu, Avrupa Sosyal Formu ve Türkiye Sosyal Formu gibi internet sitelerinin de,  muhalif kamuların sorunları tartışmalarına olanak sağladığı gözen kaçırılmamalıdır. Bu oluşumlar Habermas’ın “burjuva kamusal alan”ının yerine geçebilecek midir? Belki de üzerinde durulması gereken, bu oluşumların etkililik alanlarını arttırma yollarıdır. Yazının başına dönecek olursak, sermayeye rağmen ve sermayenin egemenliği dışında bir kolektif tecrübe ufku nasıl yaratılacaktır? Karar alma süreçleri üzerinde etkili, muhalif kamuları da kapsayan yeni medya oluşumları, gerçek komünal ilişkilerin yerine demokratik mücadele sağlayabilecek midir? Bunun ön koşulu kuşkusuz geçici (palyatif) ve parçalanmış bir görünüm arz etmeden direnmelerine bağlıdır.
Bu soruların yanıtlarını teknoütopik ya da teknofobik bir biçimde değil, toplumun dinamiklerine bakarak aramak gerektiği ortadadır. Her ne kadar melez/hibrit bir görüntü arz etseler ve toplum yerine teknoloji temelli bir çözüm arayışı içerisinde olsalar da;  Castells ve Arthur Kroker’in, teknolojinin hem özgürleşim hem de tahakküm karşı ihtimallerini bir arada taşıdığına gönderme yapan tespitleri daha gerçekçi gözükmektedir. Teknolojiyi demokratikleşmenin uygulayıcısı değil, en önemli girdilerinden biri olarak görerek mücadeleyi sürdürmek mümkündür.
Medyadaki tüm olumsuz koşullara ve iç ferahlatmayan mevcut güç-iktidar ilişkilerine rağmen, sermayenin egemenliği dışında ve sermayeye rağmen bir “kolektif tecrübe ufku” yalnızca bir ütopya olarak nitelendirilmemelidir. Özellikle alternatif medyanın varlığı, etki alanı sınırlı olmak ya da farklı tüm kamusallık biçimlerine ulaşamamakla birlikte “başka türlü bir iletişim”i mümkün kılmaktadır. Bu bağlamda farklı ve radikal kamusallık tiplerini kapsayan ve yeni medyadan yararlanan oluşumlar, temsili demokrasi ile doğrudan demokrasi arasında bir senteze vararak; parlamento üzerinde yeniden etkili olma potansiyeline sahiptir.

18 Ocak 2011 Salı

YENİ ŞİŞEDE ESKİ ŞARAP

Günlerdir tartışılan konu malum...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Galatasaray'ın Türk Telekom Arena Stadı'nın açılışında kendisini protesto eden taraftar yüzünden stadı terk etmesi, kulüp yönetimini tehdit etmesi ve yaşanan bir dizi çirkin olaylar...
İşte bu tablonun eleştirilmesine, sorgulanmasına sonuna kadar destek veriyor; duruma şaşılmasına, bir başka değişle hayretle karşılanmasına ise bir türlü anlam veremiyorum.
Türkiye'de futbolla siyasetin kirli ilişkisi yeni bir şey mi? "İktidar" her zaman müdahale etmiyor muydu futbola? Turgut Özal istedi diye şampiyon edilen, birinci lige yükselen takımlar yok muydu misal? Ya da üniformalı Kenan Evren'den kupa alan futbol takımlarımız neden hiç garip gelmiyordu bize... Sorun var, doğru! Ama sorunun kökenleri çok, çok öncede... Belki de eskiden bize hiç garip gelmeyen şeylerin bedelini ödüyoruz...
Demem o ki, bu sorun yeni başlamadı. Ne acı ki, kolay kolay da biteceğe benzemez...

Futbol ve siyasetin kirli ve köklü ilişkisini anlatan bir kitabın linki de aşağıda:

NASHVILLE (14-17 Mart 2010)

ABD'deki Tennessee eyaletinin başkenti olan Nashville tipik bir yöresel ABD kenti. Müzikle iç içe geçen şehirde Elvis Presley’nin hediyelik eşyalarına ve heykellerine rastlamak mümkün. Sakin bir yapısı olan şehrin mimarisi oldukça değişik. Bir yanda yerel müziklerin dinlendiği, kovboy şapkaları ve çizmelerinin satıldığı küçük dükkanlar ve barlar, öte yandan bulutlara meydan okuyan gökdelenler…
Mormonluğun oldukça rağbet gördüğü kentte, bu ilgi otellerde de kendine yer buluyor. Zira otel odalarında İncil’in yanı sıra Mormon inanışını anlatan kitaplarda başucu çekmecelerinde yer alıyor. Sokaklarda da kendilerine özgü kıyafetleri ile çok sayıda Mormon’a rastlamak mümkün. Dinin önemini Hristiyanlığa ait malzemeler satan dükkanlarda da görmek mümkün. Örneğin janjanlı, renk renk İncil çantaları, pazar ayinlerinde okunan ilahilerin adlarıyla oluşturulmuş hediyelik eşyalar ve Hz. İsa ikonlarıyla dolu oldukça büyük bir mağaza var. İnsan Ankara’da Hacıbayram’da tespih ve dini malzeme satan dükkanların pisliğini ve köhneliğini düşününce bu özene imreniyor. 
Gün içinde sokakların dolup taşmadığı, sakin bir havası var kentin. İnsanlar güler yüzlü, yaşam dingin.
Genellikle Country Müzik çalınan barlarda tek bir grup sahneye çıkmıyor. Saat başı değişen gruplardan beğeninize göre müzik dinlemeniz mümkün.  21 yaş altına içki satışı yapılmıyor. İnsanlar taşkınlık yapmadan içkilerini yudumlarken, müziklerini dinliyor.