29 Kasım 2013 Cuma

İLETİŞİM ARAŞTIRMALARINDA ELEŞTİREL YAKLAŞIMLARA YÖNELİK BİR ÖZET


"İnsanların paradigmalar hakkında düşündüğü kadar, paradigmalar da insanlar hakkında düşünür.” 

Stuart Hall

İletişim bilimleri alanında çalışan ve yeterlik aşamasına gelen çok sayıda arkadaşım için onlarca kitap içerisinden bir özet, bir temel mantık haritası çıkarmak bunaltıcı olabiliyor. Bu nedenle çeşitli kuram kitaplarından derlediğim bir metni bir kurtarıcı, bir yol gösterici olarak blogumda paylaşmak istedim. Elbette her bir başlık üzerine sayfalarca yazı yazılabilir. Ama kısıtlı süreli sınavlar için bu metin bir yol gösterici olabilir. Özellikle hazırladığım tablonun işinize yarayabileceğini umuyorum. 

Bir iletişim araştırmasında “ne”yi araştıracağımız sorusunun en temel düzeyde üç yanıtı bulunmaktadır: Üretim aşaması, izleyici ya da metin. Kuramlar doğruluğu kısmet doğrulanmış varsayımlar dizgesidir. İletişim araştırmalarında ise liberal ve eleştirel olmak üzere iki yaklaşım alanı değerlendirirken göze çarpmaktadır. Bu yaklaşımlar çerçevesinde “nasıl” analiz yapacağımızı belirleyen ise yöntemler olmaktadır. Bir başka ifadeyle yöntem, kuramsal pozisyonumuzun ele alınış yoludur.
Eleştirel yaklaşımların temel dinamiklerini ve görüşlerini açıklamak için öncelikle bir tablo aracılığıyla kuramların temel kavramlarını, araştırma birimlerini/nesnelerini, yöntem ve tekniklerini, önemli temsilcilerini, iktidarın/tahakkümün kaynağını nerede aradıklarını ya da arayıp aramadıklarını, bu kuramsal yaklaşımlara yönelik eleştiri noktalarını saptamak bütüncül bir bakış açısı geliştirmek açısından önem arz etmektedir. Bu nedenle bir sonraki sayfada yer alan tabloda bu dinamiklere ilişkin temel farklar ortaya konulmaya çalışılacak, ardından eleştirel paradigma ayrıntılı olarak ele alınacaktır.


LİBERAL YAKLAŞIM
ELEŞTİREL YAKLAŞIMLAR
Eleştirel Ekonomi Politik Yaklaşım
Kültürel Çalışmalar
Yapısalcılık
Postyapısalcılık
Araştırma Birimi/Nesnesi
Üretim-Metin-İzleyici
Üretim Aşaması
(Kapitalist üretimin tarzının yapı ve dinamikleri)
Metin
ve İzleyici (Alımlayıcı)
Metin
Metin ve İzleyici
Yöntem ve Teknikler

Etki araştırmaları, görgül-davranışçı araştırma teknikleri, içerik analizi
Eleştirel Ekonomi Politik Analiz
Söylem Çözümlemesi (Metin), Alımlama Araştırması (İzleyici)
Yapısal Analiz
(Göstergebilim)
Yapıbozum ve Soykütüğü
(Sabit bir yöntem yok)
İktidarın/Tahakkümün  Kaynağı

Bir iktidar algısı yoktur. İktidar dağılmıştır. Rekabetçi ortamda bireyler eşittir.
Sınıf
(Hakim Sınıf)
Kapitalist Sınıf
Yalnızca sınıf değil, ırk ve cinsiyeti de içine alan çoklu iktidar kaynaklarına vurgu
Bir iktidar kaynağı kavramsallaştır-ması yok.
İktidar  her yerdedir (Foucault)
Temel Kavramlar




Etki, kullanım/doyum, çizgisel iletişim anlayışı, medya pluralizmi, halk ne istiyorsa onun verildiği varsayımı, iki aşamalı akış
Sömürü düzeni,
Kapitalist üretim tarzı,
Deregülasyon,
 Bağımlılık,
Merkez-Çevre
Üretim İlişkileri
Anlam, temsil, söylem, alımlama, kodlama, kod-açımı, kültür, egemen, karşıt, müzakereli okuma,
Yaratıcı özneye hümanist vurgu
Yapı, dil, artalan
Doğrunun görelileşmesi ,
Öznenin ve anlamın çokluğu,
Öznenin tutarsızlığı,
Metinlerarasılık
Eleştiri Noktaları

- Aracı elinde tutanların niyetlerini görünmez kılar ya da idealize eder (halkın yanındaki idealist gazeteci gibi),
- Metnin anlamın saf taşıyıcısı olduğuna inanır
-Komplocudur
-Metin ve alımlama pratiklerini dikkate almaz
-Ekonomik indirgemecidir

-Üretim dinamiklerini ve kapitalist üretim tarzını göz ardı eder.
-Birbirinden dağınık izleyicinin mikroskobik davranışlarına abartılı ilgi
-Dil indirgemecidir
-Kültürü öznenin pratiklerinden soyut bir düzleme yerleştirir
-İktidar kavramını yok sayar Tarihsizleştiricidir
-Sabit bir yöntemsel tutarlılıktan yoksun
-İktidarı dağıtarak liberallerle aynı noktaya düştüğü konusunda eleştirilir
Önemli Temsilciler
Lasswell, Lazarsfeld, Katz, Klapper, Hovland ve Arkadaşları
Garnham ve Murdoch (Avrupa)
Schiller ve Chomsky (ABD)

Stuart Hall, Raymond Williams, Hogart
Sausure, Lewi-Straus, Barthes
Michel Foucault, Derrida
Tablo-1: İletişim Araştırmalarına Yönelik Temel Harita

Eleştirel yaklaşımlara ilişkin temel tartışmalara geçmeden önce “Araçsalcı Marksist Yaklaşım” üzerinde de durmak yerinde olacaktır. Araçsalcı Marksist Yaklaşım, Marksizmin  “alt yapı-üst yapıyı belirler” argümanından hareketle, medyanın üretim araçlarını elinde bulunduranların görüşünü yaydığını, hakim sınıfın görüşlerinin bir aracı olduğunu kabul eder. Bu yaklaşıma göre mülkiyet ve kontrol eşittir. Bu yaklaşımın ilk temsilcilerinden biri Miliband’tır. Araçsalcı Marksist Yaklaşım, ekonomik belirlenimci doğası nedeniyle eleştirilir. Yalnızca kapitalist üretici sınıfın ilişkilerine odaklanır. Gazete sahipleri ve reklam verenlerin taleplerinin içeriği belirlediğini söyler. Farklı okuma/alımlama biçimlerini yok sayar. Yine bu yaklaşıma yönelik en büyük eleştiri noktalarından biri şöyle dile getirilir: Eğer mülkiyeti alıp, başka bir sınıfa versek (mesela İşçi sınıfına) medyaya ilişkin tüm sorunlar ortadan kalkar mı? Bu sorunun yanıtı yapısalcı eleştirel yaklaşımlar için “hayır”dır. İdeoloji başka dinamikler altında incelenmelidir.

a)      Frankfurt Okulu
İletişim Araştırmalarında eleştirel yaklaşımların ilk kez Frankfurt Okulu ile gündeme geldiği söylenebilir. Frankfurt Okulu temsilcileri dönemin hakim ideolojisiyle çatışan bir görünüme sahiptir. 1923 yılında Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü olarak kurulan okul, 1933 yılında Hitler’in egemenliği ele geçirmesi ile ABD’ye taşınmış, 1937 yılında yeniden Frankfurt’a dönerek çalışmalarını orada sürdürmüşlerdir. Dönemin hakim iletişim araştırmaları geleneği (liberal yaklaşım) gibi Frankurt Okulu temsilcileri de kitle iletişim araçlarının etkilerinin güçlü olduğunu söyler. Ancak önemli bir farkla… Liberal yaklaşım, “Kitleler uyuyor ve kitle iletişim araçları buna destek veriyor. Bu araçları kullanarak onları daha fazla nasıl etkileriz?” sorusu etrafında propaganda ve etki araştırmalarına yönelirken, Frankfurt Okulu “Kitleler kitle iletişim araçlarından gelen mesajların içi boş, adi içerikleri ile uyuyor, onları nasıl uyandırabiliriz?” karamsarlığına sahip olmuşlardır.
Frankfurt okulunun alana yönelik önemli kavramsallaştırmalarından biri kitle kültürü yerine kullandıkları kültür endüstrisi kavramıdır. Bu vurgu önemlidir. Böylece kitle iletişim araçlarından gelen mesajlarla oluşturulan kültürün kitleler tarafından üretilmediğini, hakim sınıfın ideolojik niyetleri ile oluşturulmuş ürünler olduğunu vurgulamışlardır. Walter Benjamin, Mekanik Yeniden Üretim Çağı’nda Sanat adlı eserinde çağdaş sanat eserlerinin teknolojik üretimi ile sanatın özünün/aurasının, otantikliğinin kaybolduğunu söyler. Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerinde seçkinci/elitist kültürün eleştirel düşünceyi ürettiğini, aydınlanma felsefesinin eleştirel düşüncesinin kitle ürünleriyle yok olduğunu basit, adi bir içeriğin akmakta olduğunu belirtir. Marcuse ise, Karşı Devrim ve İsyan adlı eserinde liberalizm ve faşizmi karşılaştırır. Ona göre liberalizm rekabetçi, faşizm ise tekelci döneme tekabül eder ve aralarında ciddi bir fark yoktur. Yine “boş zaman” kavramına değinen Marcuse, boş zamanın da kapitalist dinamiklerce doldurulduğuna işaret eder. Temsilcilerin görüşlerine göre kitleler, tiranların peşinden sürüklenebilecek, her türlü içi boş içeriği tüketerek mevcut eserlerin ötesine yeni düşünsel pratikler geliştiremeyecek pasif yapıdadırlar.  Okula yönelik en büyük eleştiri, dünya savaşları arasındaki toplumsal dinamikleri analiz etmekle birlikte, kurtuluşa yönelik bir reçete koyamamış olmalarıdır. Ayrıca özellikle Ortadoks Marksistler tarafından, ekonomik belirlenimi göz ardı ettikleri gerekçesiyle revizyonist olmakla eleştirilirler.     
           
            Tablo-1’de gösterilen eleştirel iletişim araştırmalarına ilişkin tartışmalara geçmeden önce, bu yaklaşımlardan ikisi olan Kültürel Çalışmalar ve Eleştirel Ekonomi Politik Yaklaşım’a yönelik bir tespit yapmak yerinde olacaktır. Her iki yaklaşımda medyanın gücünün ideolojik olduğunu söylerken; Kültürel Çalışmalar bu ideolojiyi medya metinlerinde, Eleştirel Ekonomi Politik Yaklaşım ise kapitalizmin üretim dinamikleri ve üretim yapısı üzerinde aramaktadır.

b)      Kültürel Çalışmalar:
Bu yaklaşım etrafında gelişen iletişim araştırmalarında anlam ana meseledir. 20. yüzyılda dilbilimden antropolojiye,  çok çeşitli disiplinlerin uğrak ve disiplinlerarası çalışma alanı olan bu yaklaşımda üretim yapısı ve süreçleri yerine metin ve alılmayıcı (izleyici) araştırma nesnesi olarak kabul edilir. Yaklaşım liberal yaklaşımın temelini oluşturan yapısal işlevselci sosyolojik tahrifata maruz kalmamıştır. Yaklaşımın yaratıcı özne üzerine hümanist bir vurgusu vardır. Yaklaşımın önemli temsilcilerinden Stuart Hall’e göre “anlam okurun medya metnini okuduğu anda gerçekleşir.”     
Yaklaşım, iktidarın kaynağını metinlerde ararken yalnızca “sınıf”ı temel almaz. Irk ve cinsiyeti de dahil eden çoklu bir iktidar kavramsallaştırmasına gider. Kaldı ki “cinsiyet ve ırk” kapitalist sınıf doğmadan önce de mevcut olan problematiklerdir.
Metin analizinde söylem çözümlemesi yöntemini kullanan bu yaklaşım ideolojinin metinlerde nasıl temsil edildiğini, hangi söylemlerin başatken, hangilerinin görünüşe gelemediğine ışık tutar. Anlam bağlamı ile birlikte kurulur. Temsil anlamın dil aracılığıyla inşa edilmesidir.
Kültürel Çalışmaların alımlama araştırmalarına David Morley’in Family Television çalışması örnek olarak gösterilebilir. Farklı ailelerin televizyon izleme pratiklerini analiz eden Morley, kumandayı kimin elinde bulundurduğu, hangi kanalın ne kadar süreyle izleneceğine kimin karar verdiğine bakmıştır. Vardığı sonuç, cinsiyetçi dinamikleri gözler önüne serer. Karar mekanizması erkek egemendir.
Kültürel Çalışmalar’ın alımlama araştırmalarına yönelik bir eleştiri noktası izleyicilerin takip edildiklerini bildiklerinde farkı tepkiler verebildikleri, gerçekte yaptıkları davranışlardan uzaklaştıkları şeklindedir. Ayrıca Kültürel Çalışmalar yaklaşımı, üretim dinamiklerini ve kapitalist üretim tarzını göz ardı eder. Ayrıca birbirinden dağınık halde bulunan izleyicinin mikroskobik anlam üretim pratiklerine olan ilgisi abartılı bulunur. 
Kültürel Çalışmalar geleneğinin önemli temsilcilerinden Stuart Hall, izleyicilerin alımlama pratiklerini açıklarken egemen, müzakereli ve karşıt okuma biçimlerinin potansiyelinden söz etmektedir. Bu okuma biçimlerinin somut düzlemde ne ifade ettiklerini bir örnekle açıklamak yerinde olacaktır. Deprem sonrasında iktidarın “devletimiz bütün yaraları saracaktır” söylemini düşünelim. İzleyici “Allah devletimize zeval vermesin.” şeklinde bir alımlama/okuma pratiği gerçekleştiriyorsa, egemen okuma yapmaktadır. “Neden hala benim evim onarılmadı. Bu sözler gerçek değil mi?” diye sorgulamaya başlamışsa müzakereli okuma yapmaktadır. “Asıl sorun devletin yaptığı evlerin depremde yıkılması ve iktidarın bu evlere ruhsat vermesi” şeklinde bir düşünsel pratik geliştiriyorsa, karşıt okumanın yapıldığını söylemek olasıdır. 

c)      Ekonomi Politik Yaklaşım
Eleştirel yaklaşımların bir diğer konu olan ekonomi politik, ideolojiyi üretim ilişkilerinde ve kapitalist üretimin yapısal koşullarında arar. Amerika’da ve Avrupa’da iki farklı gelenek etrafında gelişmiştir.  Avrupa’daki temsilcileri Schiller ve Chomsky’dir. Schiller, ABD tarafından üretilen medya içeriklerine diğer ülkelerin kolay kolay karşı koyamadıklarını, bu türlerin tüm dünyaya transfer edildiğini söyler. Ona göre daha iyi bir yayıncılığın kuralı daha az tecimsel ve eğitici programlardan geçmektedir. Oysa ABD’de pek çok medya içeriği öncelikle federal hükümetin, daha sonra ise savunma sanayinin güdümündedir. Bu güdümün çok şiddetli ve 24 saat süreyle olduğunu söyleyen Chomsky’e göre kitleler sürekli olarak propagandaya maruz kalmaktadır. Chomsky’nin görüşleri komplocu olduğu gerekçesiyle eleştirilmektedir.  
Avrupa’daki geleneğin temsilcileri olan Garnham ve Murdoch ise ekonomik indirgemecilik iddialarından uzaklaşmak adına ampirist (görgül) çalışmalarla bir uzlaşı arayışına girmiştir.
Son dönem bu yaklaşım etrafında yapılan çalışmalarda deregülasyon politikaları (kuralsızlaştırma, serbestleştirme. Her türlü kütürel ürünün alınıp satılan meta haline gelmesi), sayısal uçurum ve bağımlılık teorileri başı çekmektedir.
Sayısal uçurum, kitle iletişim araçlarına ulaşmada gelişmiş ve geri bırakılmış ülkelerdeki farklılığa işaret eden bir kavramdır.  Modernleşmenin ön koşulu olarak, geri bırakılmış ülkelerin kitle iletişim araçlarını transfer etmeleri öngörülmektedir. Oysa mevcut altyapı koşullarına sahip olmayan bu ülkeler gelişmiş ülkelere bağımlı hale gelmektedir.
            Eleştirel ekonomi politik yaklaşım medya metnini ve izleyicinin alımlama pratiklerini dışarıda tutarak genel anlamda ekonomik belirlenimci olduğu, komplocu olduğu gibi gerekçelerle eleştirilmektedir.

d)      Yapısalcılık
 Dil bilim çalışmaları etrafında külütürel bir analizi öngören yapısalcılık Althusser’ci Marksizm anlayışına dayanmaktadır. Bu noktada Althusser’in ideoloji kavramsallaştırması ve “son kertede ekonomik belirlenip nosyonu”nu açmak yerinde olacaktır.
Althusser’e göre ideoloji öznelerin gerçek varoluşlarıyla hayali ilişkilerinin temsilidir. Althusser altyapının üstyapıyı belirlemede etkili ve gerekli olduğunu söylerken, böyle bir belirlenimin yetersiz olduğuna da işaret eder.  Böylece üstyapıya görece bir özerklik atfeder.
Althusser’e göre ekonomi-siyaset ve ideoloji bir piramit gibi düşünülebilir. Ekonomi piramidin en altındadır. Üstünde ise politika ve siyaset yer almaktadır. İşte bu iki nosyon son kertede ekonomik belirlenip altında olsalar da bütünüyle onun belirlenimi altında oldukları söylenemez.  
Althusser’e göre ideolojik bilgi yanlıştır. Öznelerin kendi kendilerine deneyimlediklerini sandıkları, oysa ki yapı tarafından belirlenmiş bir bilgidir. Bu nedenle Althusser’in bakış açısının antihümanist olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.
Yapısalcı yaklaşım Althusser’in bu kavramsallaştırmasından yola çıkarak yüzeyde görülen çoklu anlamların altında yatan derin ve sabit yapıyı arar. Dilin kuralları buna örnektir. Yaklaşımın temsilcilerinden Ferdinand de Saussure, bunu şöyle açıklar: “Dilin kuralları kültüre ve tarihe göre değişiklik gösterse de altında yatan sabit bir yapı vardır. Bir satranç tahtası mermerden ya da tahtadan, hatta plastikten yapılabilir. Ama oyunun kuralları sabittir.” Levi Straus da mitler üzerinde yaptığı araştırmasında karşıtlıkların her devirde (yaban insanında da modern dönemde de) bulunmasına dikkat çekerek, sabit kalan anlam yapılarına dikkat çekmiştir. Görüldüğü üzere bu yaklaşımda anlam kapalıdır.
Yapısalcı yaklaşım kültürel pratikleri tarihsizleştirici ve eşsüremli olarak ele aldığı için, evrimci ve artsüremli olarak görmediği için eleştirilir. Okurun anlam üretme becerisi bu yaklaşımda hiçe sayılmaktadır. Dil indirgemeci doğası, kültürü öznenin pratiklerinden soyut bir düzleme yerleştirmesi ve iktidar kavramını yok sayması da diğer eleştiri noktaları olarak karşımıza çıkmaktadır.


e)      Postyapısalcılık
Yapısalcılığın dil belirlenimci doğasına bir tepki olarak doğan postyapısalcı yaklaşım, ilgiyi gösterenden gösterilene kaydırmıştır. Doğrunun göreceliliği ve öznenin tutarsızlığı bu yaklaşımın temel argümanları arasında sayılabilir. Anlam çokludur. Öznenin metinle karşılaştığı her zaman diliminde farklı farklı kurulur. Çok yönlü ve dağınık bir özne vardır. Bu yaklaşım her türlü belirlemeciliğe karşıdır. Yapısalcıların yaratıcı özneyi yapıyla kuşatan anlayışına karşı bizzat yapının kendisine yönelik bir hücum geliştirirler. Metinlerarasılık kavramıyla bir metnin anlamının ancak diğer metinlerle ilişkisi ile anlaşılabileceğini belirtir.
Foucault’a göre iktidar her yerdedir. Ancak onun bu savı, iktidarın parçalı olduğunu savunan liberallerin görüşlerine yakın bulunur. Kültürün ve ideolojinin soy kütüğü yöntemi ile analiz edilmesini öngörür. Bu anlayış tarihsel bir geri gidiştir. Ancak klasik tarih anlatısından farklı olarak yerleşik yapıların hepsini yıkmayı öngörür. Derrida’nın yapıbozum anlayışı da bu yönteme benzer bir biçimde yapısalcıların yapıda sahip olduğuna inandıkları her türlü öğenin bozulmasını öngörür. Postyapısalcı çalışmalar özneye bir oluş alanı açmaları açısından son derece önemlidir. Anlam açıktır ve yapıya sabitlenemez.  Öznenin her bir okumasında, her bir farklı tarih diliminde oluşturulmasında değişiklik gösterir.
Yeni iletişim teknolojileri ile birlikte, medya metinlerinin anlamın üreticisinin belirlediği biçimde başlangıç ve sonu belli, hiyerarşik bir okuma pratiği yerine; okurun daha aktif ve seçmeli okumasına olanak veren hipermetin yapılarıyla kurulduğu düşünüldüğünde, postyapısalcı çalışmaların ilerleyen dönemde artan bir ilgiye maruz kalabilecekleri tahmin edilmektedir. Sabit bir yöntemsel tutarlılıktan yoksun olmaları ise, eleştiri nedenidir.


10 Temmuz 2013 Çarşamba

YAPISALCILIK VS POSTYAPISALCILIK

Kuram tartışmalarının belki de en köklü ayrımlarından biri yapısalcılık/postyapısalcılık tartışmaları.
Temsilcilerinin doğrudan kaynaklarını okuyup anlamlandırmak için de alana özgü bir birikim gerekiyor.
Bu metin temel farkları ortaya koymak, kutup yıldızı sayılabilecek terimleri hatırlatmak için kaleme alındı.
Metin büyük ölçüde Madam Sarup'un Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm kitabı ile, piyasada kolay kolay da bulunamayacak olan Jorge Larrain'in İdeoloji ve Kültürel Kimlik kitaplarına yaslanmakta.
Alana özgü kitapların ayrıntılı, enfes dilinin maddeleştirilmiş ve basitleştirilmiş bir özeti de diyebiliriz...

YAPISALCILIK 

20. yy.da Saussure’ün dilbiliminden yola çıkan ve gelişen bir düşünce akımıdır. Ancak dilbilimden iki noktada ayrılır: Öncelikle yapısalcılık sadece sözlü dillere değil, her türlü gösterge sistemine bakar. İkinci olarak dilsel anlamın yanı sıra kültürel anlamın açıklanmasına da ışık tutar.

· Yöntem: Yapısal Metin Analizi. Yapısalcılar, fenomenlerin tekil öğelere ayrılmaması ve atomistik olarak incelenmemesi gerektiğini ileri sürerler. Onun yerine her sistem, karşılıklı ilişkili öğelerin örgütlenmiş bir bütünü olarak incelenmelidir.

· Özne: Yapısalcılara göre özne anlamı belirlemez. Anlamı belirleyen öznenin içinde bulunduğu yapıdır. Toplumsal yapının içinde tamamen pasiftir ve yapı tarafından belirlenir. Özne fail değildir. Çoğunlukla belirlenim altındadır. Yapısalcılık, "mutlak özne"nin yerine "belirlenim altında özne" kor. Fakat bu belirlenim altındaki özne fikri, özneler arasılığın olanağını engeller. Yapı içerdiği öznenin yaşantısını da önceden belirler. Yerleşik özne değil, yerleştirilen bir özne vardır. Sosyal ve siyasal belirlenime açık bir özne... Yapıyı yapan özne/eyleyici göz ardı edilir. İktidar ve toplumsal çatışma kavramlarına değinilmez. Sabit bir yapı tarafından hiç yenilenmeyecek bir şekilde belirlenmiş bir özne vardır. “Anlam üreticisi insan”, her şeyden önce “anlam içinde insan” olarak ele alınmaktadır. Bu anlamda antihumanist ve tarihsizleştirici olduğu için eleştirilir. Yani bir gerçeğin ortaya çıkış ve kayboluşundan yani oluş ve tarihten çok, bu gerçeğin içinde bulunduğu bütün, kapalı sistem, çevre ve yapı önemlidir.Anlam vermenin merkezinde insan değil, dilsel yapı vardır.

· Kesin bir bilme modeli öngörür.

· Özellikle dilde yüzeydeki zenginliğin altında bütünlüklü bir yapı olduğu gösterilmeye çalışılır.

· Kültürü insan pratiğinden soyutlar.

· Kapalı metin kavramsallaştırmasına yaslanır.

· Anlamlar üretildikleri kültürlere özgüdür, ancak bunları üretme biçimleri tüm insanlar için evrenseldir.

· Temsilcileri: Ferdinand de Saussure, Levi Strauss, Roland Barthes


YAPISAL ANALİZİN ELEŞTİRİSİ: 

1- Aktörlerin mevcut yapılar içerisinde, kendi tecrübelerini dayandırdıkları subjektif anlamların yeterince dikkate alınmaması.

2- Sosyal yapıların, nasıl olup da eylemlerin nedenini teşkil ettiklerini analiz ederken, aynı şekilde bu yapıların insan eylemleri tarafından nasıl üretildiğini dikkate almaması.

3- Yapıya ya da sisteme vurgu yapılırken, her türlü eyleyicinin görmezden gelinmesi.

4- Toplumsal çatışmalar ve iktidar nosyonuna yer verilmemesi. Yapı olarak görülen dil ve kültüre belirleyicilik atfederek, idealist bir konuma düştükleri söylenmektedir.

5- Yapısalcı dilbilim kendisini metinle sınırlandırırken, bağlamı da koda indirgemiştir. Göndergesel işlev silinmiş üst-dilsel işlev üstün gelmiştir.

6- Gerçekten de Louis Althusser ideolojik aygıt olan “Enformasyon”u sivil toplumun dışlandığı bir devletçi bütünlüğün denetiminde tek bloklu bir sistemle kısıtlamak eğilimi göstermiştir. Aygıt kesin olarak tanımlanmıştır. Onun kamu rejiminde olmasının ya da örneğin, ticaret mantığına bağlı olmasının hiçbir önemi yoktur. Yapı, zaman ve mekandan bağımsız olarak donmuş gibidir.



POSTYAPILSALCILIK 

Postyapısalcılık özünde yapısalcılığı yeniden oluşturmaktır. Fakat bunu radikal ve eleştirel biçimde yapmaktadır.

· Yöntem: Sabit yöntem yok. Yapıbozum

· Anlam metnin yapıbozumunda aranır. Otoriter, geleneksel, merkezi bir anlam yoktur. Anlam bitimsiz bir süreçtir. Yorumlayan özneye göre değişen çoklu anlam vurgulanır. Anlamın ve bilginin sabitlenmesine karşı çıkarlar.

· Özne: Özneye bir varoluş alanı açılır. Sonsuz oluşa sahip bir özne vardır. Öznenin tutarsızlığı kabul edilir. Kaotik bir tarzda öznenin oluş imkanı için, alternatifler bütününün olumsallığını savunan bir yaklaşımdır.

POSTYAPISALCILIK, ÖZNEYE YAPILAN YAPISALCI SALDIRIYI YAPININ KENDİSİNE YAPILAN BİR HÜCUMA DÖNÜŞTÜRÜR. 
Farklı özne konumları vurgulanır. Bu nedenle postyapısalcılık tarihsicidir.

· Dilde yüzeydeki zenginliğin altında bütünlüklü bir yapı olduğu kabul edilmez ya da bunun dışına çıkma olanakları ortaya konulmaya çalışılır.

· Bütün belirleyicilik şekillerinin reddidir.

· Doğrunun görecelileştirilmesine çalışılır. Çünkü özne tutarsızdır. Jacques Derrida’ın ifadesiyle hiçbir şey söylememe riskini göze alarak hesaplaşan bir felsefi düşünce yaratılmaya çalışılır. Evrensel bir doğrunun aranmasına girişmezler.

· Sabit dil yapıları ve kapalı metin yerine açık metin, öznenin metinle karşılaştığı an, çoklu anlam pratikleri, çelişkileri parçalılık, şüphecilik, metinlerarasılık öngörülür.

· Postapısalcılık kapalı bir sistem kurmayı mantıksal olarak olanaksız görür. Buradan hareketle söylemsel özdeşliklerin alt üst edilme mantığına yöneltir ilgisini.

· Postyapısalcılığın yapılsalcılığın bütünüyle karşısında mı olduğu yoksa onun doğal bir uzantısı mı olduğu tartışmalı bir konudur. Bu nedenle bazı araştırmacılar “yeni yapısalcılık” terimini kullanmayı yeğlerler.

· Yapısalcılığın aksine hiçbir dizgenin özerk ya da kendine yeter olamayacağını savunurlar.

· Temsilcileri: Jacques Derrida, Ernesto Laclau, Chantal Mouffe, Michel Foucault


POSTYAPISALCILIĞIN ELEŞTİRİSİ: 


1- Çok yönlü ve dağınık bir çözümleme biçimidir.

2- İktidarın neye karşı işlediğini söylerken güçlük çeker. İktidar (özellikle Foucault özelinde) onlara göre her yerdedir.

3- “Her nerede bir iktidar varsa orada bir direniş de vardır” demesine karşın, direnişi ya da mücadeleyi yüreklendirecek hiçbir temel önerme sunmaz.


3 Mart 2013 Pazar

KELEBEĞİN RÜYASI: AŞIK MISINIZ YOKSA HASTA MI?


Onlarca daktilonun arasında olmamıza rağmen neden yazamaz olduk? Siz “yazmak” yerine en çok heves ettiğiniz şeyi koyabilirsiniz. Resim yapmayı, tiyatro sergilemeyi, bir müzik aletini çalmayı, yeni bir dil öğrenmeyi mesela...
Yazmak için fikir, kağıt ve yazı aracı gerekiyormuş filmin geçtiği zamanlarda. Şimdi sadece fikir ve yazı aracı gerekiyor. O araçların onlarcası ise hepimizde var. Peki neden yazamıyoruz? Bu sorunun yanıtını veriyor Kelebeğin Rüyası. Çünkü etrafımızı Muzaffer’in babası gibi insanlar sardı. Azmin değil, bir hevesin peşine düşmenin ayıplandığı; hırsın kutsandığı bir çağda yaşıyoruz. Heveslerimiz bu nedenle mi öldü yoksa? Yazdıklarımıza aşık olmadan yazabilmeyi bırakın; azim gerektiren türlü bahanelerle heveslerimizden kaçıyoruz.

Danteller, çiçekli elbiseler, kabarık etekler, saça iliştirilen küçücük süslü şapkalar, kocaman kurdeleli tokalar, yüksek bel pantolonlar, gaz lambaları… Dönem dizisine dair tüm görsel öğeler var bu filmde. Yemyeşil yapraklarla ilkbahar, bembeyaz bir kış ve sarı sonbahar da… Bir tek filmin hüzünlü atmosferini bütünüyle ortadan kaldıran sıcacık, parlayan güneşli bir yaz sahnesi yok.
En güzel ayrıntılardan biri, filmin henüz başında gördüğümüz hocanın “ilan benim yazıma ne kadar uzak olursa, o kadar iyi” deyişi… Hepimiz bizim emeğimiz üzerinden ve emeğimizi sadece aracılaştırarak başkalarının kazandıklarından rahatsızlık duymuyor muyuz zaman zaman?   
Film bittiğinde Rüştü gibi sebebini bilmediğimiz gizli bir kibrimiz olduğundan  mı ağlayamadık acaba… Belki ağlamadık ama kendi aralarında diğer izleyicileri bazen rahatsız edecek kadar yüksek sesle konuşan, filmdeki kıyafetlere gülen bir grup genç arkadaşımız; filmin ikinci yarısında gıklarını çıkarmıyordu. Böyle bir ateşli grubu bile susturmayı başardıysa öykü, gerçekten “iyi” sıfatını hak ediyor demektir.
Filmin en önemli temellerinden biri de bu yazının başlığında kalan sorular. Aşık mısınız yoksa hasta mı? Bardağın dolu mu yoksa boş tarafından mı baktığınızı gösterir bu soruya vereceğiniz yanıt. Kötü bir şeyi güzel söyleyen insanlara ne de çok ihtiyacımız var aslında. “Hastalığın bile güzel senin. Hasta olmasan seni bana vermezlerdi” diyen birine mesela... Ya da tüm hayal kırıklığımıza rağmen “Sen şiir yazdın, ben aşk mektubu. Demek ki neymiş, kız şiirden anlıyormuş!” diyebilen birine…
Acı ve aşkın şiirin,
Şiirin de hayatın bahanesi olduğu gerçeğini bilerek, kelebeği uykusundan sarsa sarsa  uyandırarak izlemeli filmi…  Son olarak, bir de mümkünse kötü şeyleri güzel söyleyen biriyle birlike… Sarılabilmenin değerini de anladıysanız eğer, film bitince sıkıca sarılın.

*** Kendi adıma filmden çıkardığım en önemli sonuç ise Varlık dergisinde yayınlanan minicik bir öykümün, yazdığım ve ömrüm ve sağlığım el verirse yazacağımı umduğum tüm akademik yayınlardan daha değerli olduğuydu. Hadi bu da öğrencilerimin kulağına küpe olsun: “Bence bir hocaya cevabını bilmediği bir soru sormak, kabalıktır!” 

16 Şubat 2013 Cumartesi

STREET ANGEL ÜZERİNE MİNİK BİR ANALİZ


İçinde İtalyam olan her şey gibi, Frank Borzage’nin sessiz sinemanın önemli eserlerinden biri sayılan Street Angel filmi de çok ama çok güzel.
1928 yılında çekilen film,  Coursera.org’da Scott Higgins'in"The Language of Hollywood: Storytelling, Sound and Color" dersinin ilk ödevi olması sebebiyle yakın bir geçmişte Youtube'a yüklendi. Sinema severler izleyebilir:  

Film hasta annesine ilaç almak için kötü yola düşen, sonra hapishaneden kaçan Angela’nın sokak ressamı Gino ile saf aşkını anlatır.
Her şeyden önce "sözün düşüşü"nün kutsanıp, görselin yükelişinin müjdelendiği bir çağda izlendiğinde insanı tepe taklak ediyor. Çünkü aralardaki ufak, minicik yazılar (küçük cümlecikler) olmasa anlatı derinden sarsılacak:
“Love is like the meales. When it comes, you can not stop it!” (Aşk kızamık gibidir. Geldiği zaman durduramazsın)
“Every great artist paints his wife. Will you sit for your portrait now, signora?" (Bütün büyük ressamlar eşlerinin tablosunu yapar. Şimdi sizinkini çizmem için oturur musunuz Sinyora?)
İlginç ama basit olay örgüsüne ve gereğinden uzun olmasına rağmen (101 dakika) rağmen meraklandırıyor ve izletiyor film kendini. Bir de Angela'nın buğulu gözleri harika. Her an ağlayacakmış gibi olan ama bir türlü akmayan gözyaşları...
Ders kapsamında ise filmin genel özellikleri şöyle sıralandı:
- Görüntülerle ayrıntılandırılmış basit bir öykü,
- Operavari bir melodram,
- Baskın bir görsellikle sunulan aşkın bir aşk hikayesi,
- Zalim gerçek dünyanın belirli aralıklarla müdahale ettiği mutluluk,
- Güçlü bir erkek ve zayıf bir kadın (Görünüş itibariyle... Oysa kimi zaman üstünlük ve güç kadına geçiyor)
Filmde en çok tekrar eden motiflerse pencereler, sis ve bir iletişim aracı olarak sık sık karşımıza çıkan ıslık...
Tabii bu ıslığa alt yapı olan ve filmin belki de en önemli unsurlarından biri olan güzel şarkıyı da es geçmeyelim: O sole mio!