Onlarca daktilonun arasında
olmamıza rağmen neden yazamaz olduk? Siz “yazmak” yerine en çok heves ettiğiniz
şeyi koyabilirsiniz. Resim yapmayı, tiyatro sergilemeyi, bir müzik aletini çalmayı,
yeni bir dil öğrenmeyi mesela...
Yazmak için fikir,
kağıt ve yazı aracı gerekiyormuş filmin geçtiği zamanlarda. Şimdi sadece fikir
ve yazı aracı gerekiyor. O araçların onlarcası ise hepimizde var. Peki neden
yazamıyoruz? Bu sorunun yanıtını veriyor Kelebeğin Rüyası. Çünkü etrafımızı
Muzaffer’in babası gibi insanlar sardı. Azmin değil, bir hevesin peşine
düşmenin ayıplandığı; hırsın kutsandığı bir çağda yaşıyoruz. Heveslerimiz bu
nedenle mi öldü yoksa? Yazdıklarımıza aşık olmadan yazabilmeyi bırakın; azim
gerektiren türlü bahanelerle heveslerimizden kaçıyoruz.
Danteller, çiçekli
elbiseler, kabarık etekler, saça iliştirilen küçücük süslü şapkalar, kocaman kurdeleli
tokalar, yüksek bel pantolonlar, gaz lambaları… Dönem dizisine dair tüm görsel
öğeler var bu filmde. Yemyeşil yapraklarla ilkbahar, bembeyaz bir kış ve sarı
sonbahar da… Bir tek filmin hüzünlü atmosferini bütünüyle ortadan kaldıran
sıcacık, parlayan güneşli bir yaz sahnesi yok.
En güzel
ayrıntılardan biri, filmin henüz başında gördüğümüz hocanın “ilan benim yazıma
ne kadar uzak olursa, o kadar iyi” deyişi… Hepimiz bizim emeğimiz üzerinden ve
emeğimizi sadece aracılaştırarak başkalarının kazandıklarından rahatsızlık
duymuyor muyuz zaman zaman?
Film bittiğinde Rüştü
gibi sebebini bilmediğimiz gizli bir kibrimiz olduğundan mı ağlayamadık acaba… Belki ağlamadık ama kendi
aralarında diğer izleyicileri bazen rahatsız edecek kadar yüksek sesle konuşan,
filmdeki kıyafetlere gülen bir grup genç arkadaşımız; filmin ikinci yarısında
gıklarını çıkarmıyordu. Böyle bir ateşli grubu bile susturmayı başardıysa öykü,
gerçekten “iyi” sıfatını hak ediyor demektir.
Filmin en önemli
temellerinden biri de bu yazının başlığında kalan sorular. Aşık mısınız yoksa
hasta mı? Bardağın dolu mu yoksa boş tarafından mı baktığınızı gösterir bu
soruya vereceğiniz yanıt. Kötü bir şeyi güzel söyleyen insanlara ne de çok
ihtiyacımız var aslında. “Hastalığın bile güzel senin. Hasta olmasan seni bana
vermezlerdi” diyen birine mesela... Ya da tüm hayal kırıklığımıza rağmen “Sen
şiir yazdın, ben aşk mektubu. Demek ki neymiş, kız şiirden anlıyormuş!”
diyebilen birine…
Acı ve aşkın şiirin,
Şiirin de hayatın
bahanesi olduğu gerçeğini bilerek, kelebeği uykusundan sarsa sarsa uyandırarak izlemeli filmi… Son olarak, bir de mümkünse kötü şeyleri güzel
söyleyen biriyle birlike… Sarılabilmenin değerini de anladıysanız eğer, film
bitince sıkıca sarılın.
*** Kendi adıma
filmden çıkardığım en önemli sonuç ise Varlık dergisinde yayınlanan minicik bir
öykümün, yazdığım ve ömrüm ve sağlığım el verirse yazacağımı umduğum tüm
akademik yayınlardan daha değerli olduğuydu. Hadi bu da öğrencilerimin kulağına
küpe olsun: “Bence bir hocaya cevabını bilmediği bir soru sormak, kabalıktır!”