3 Mart 2013 Pazar

KELEBEĞİN RÜYASI: AŞIK MISINIZ YOKSA HASTA MI?


Onlarca daktilonun arasında olmamıza rağmen neden yazamaz olduk? Siz “yazmak” yerine en çok heves ettiğiniz şeyi koyabilirsiniz. Resim yapmayı, tiyatro sergilemeyi, bir müzik aletini çalmayı, yeni bir dil öğrenmeyi mesela...
Yazmak için fikir, kağıt ve yazı aracı gerekiyormuş filmin geçtiği zamanlarda. Şimdi sadece fikir ve yazı aracı gerekiyor. O araçların onlarcası ise hepimizde var. Peki neden yazamıyoruz? Bu sorunun yanıtını veriyor Kelebeğin Rüyası. Çünkü etrafımızı Muzaffer’in babası gibi insanlar sardı. Azmin değil, bir hevesin peşine düşmenin ayıplandığı; hırsın kutsandığı bir çağda yaşıyoruz. Heveslerimiz bu nedenle mi öldü yoksa? Yazdıklarımıza aşık olmadan yazabilmeyi bırakın; azim gerektiren türlü bahanelerle heveslerimizden kaçıyoruz.

Danteller, çiçekli elbiseler, kabarık etekler, saça iliştirilen küçücük süslü şapkalar, kocaman kurdeleli tokalar, yüksek bel pantolonlar, gaz lambaları… Dönem dizisine dair tüm görsel öğeler var bu filmde. Yemyeşil yapraklarla ilkbahar, bembeyaz bir kış ve sarı sonbahar da… Bir tek filmin hüzünlü atmosferini bütünüyle ortadan kaldıran sıcacık, parlayan güneşli bir yaz sahnesi yok.
En güzel ayrıntılardan biri, filmin henüz başında gördüğümüz hocanın “ilan benim yazıma ne kadar uzak olursa, o kadar iyi” deyişi… Hepimiz bizim emeğimiz üzerinden ve emeğimizi sadece aracılaştırarak başkalarının kazandıklarından rahatsızlık duymuyor muyuz zaman zaman?   
Film bittiğinde Rüştü gibi sebebini bilmediğimiz gizli bir kibrimiz olduğundan  mı ağlayamadık acaba… Belki ağlamadık ama kendi aralarında diğer izleyicileri bazen rahatsız edecek kadar yüksek sesle konuşan, filmdeki kıyafetlere gülen bir grup genç arkadaşımız; filmin ikinci yarısında gıklarını çıkarmıyordu. Böyle bir ateşli grubu bile susturmayı başardıysa öykü, gerçekten “iyi” sıfatını hak ediyor demektir.
Filmin en önemli temellerinden biri de bu yazının başlığında kalan sorular. Aşık mısınız yoksa hasta mı? Bardağın dolu mu yoksa boş tarafından mı baktığınızı gösterir bu soruya vereceğiniz yanıt. Kötü bir şeyi güzel söyleyen insanlara ne de çok ihtiyacımız var aslında. “Hastalığın bile güzel senin. Hasta olmasan seni bana vermezlerdi” diyen birine mesela... Ya da tüm hayal kırıklığımıza rağmen “Sen şiir yazdın, ben aşk mektubu. Demek ki neymiş, kız şiirden anlıyormuş!” diyebilen birine…
Acı ve aşkın şiirin,
Şiirin de hayatın bahanesi olduğu gerçeğini bilerek, kelebeği uykusundan sarsa sarsa  uyandırarak izlemeli filmi…  Son olarak, bir de mümkünse kötü şeyleri güzel söyleyen biriyle birlike… Sarılabilmenin değerini de anladıysanız eğer, film bitince sıkıca sarılın.

*** Kendi adıma filmden çıkardığım en önemli sonuç ise Varlık dergisinde yayınlanan minicik bir öykümün, yazdığım ve ömrüm ve sağlığım el verirse yazacağımı umduğum tüm akademik yayınlardan daha değerli olduğuydu. Hadi bu da öğrencilerimin kulağına küpe olsun: “Bence bir hocaya cevabını bilmediği bir soru sormak, kabalıktır!”