30 Ocak 2011 Pazar

TEKNOÜTOPYA VE TEKNOFOBİ KARŞITLIĞINDA MEDYA VE DEMOKRASİ

“Her teknoloji, hem özgürleşim hem de tahakküm karşı ihtimallerini bünyesinde taşır.” Arthur KROKER

Demokrasi ve basın özgürlüğü kavramları medya çalışmalarında merkezi bir konumda olagelmiştir. Bu bağlamda, kavramların “yeni medya” ile ilişkilendirilmeleri öncelikle tarihi bir çizgide bu gelişmeleri sorgulamayı gerektirmektedir. Yazıda, farklı kuramların temel meselelere yaklaşımlarının saptanmasının ardından; temsili demokrasi ile doğrudan demokrasi arasında bir sentez çabası olarak, sermayenin egemenliği dışında ve sermayeye rağmen bir “kolektif tecrübe ufkunun” varlığı bağlamında kamusal alan tartışmalarına yer verilecektir. Yüz yüze iletişimle yeniden kurulması pek de mümkün gözükmeyen kamusal alanın, radikal ve muhalif kamuları da kapsayacak biçimde yeni medya dolayımıyla kurulma olasılığı sorgulanacaktır.
Dile getiriliş biçimi ne olursa olsun basın özgürlüğünün ortak işlevi, demokratikleşme için verilen mücadelede yönetenlerin ve çoğunluğun fikirleri dışında kalanlar için bir emniyet supabı olarak görülmesi ve “kötü” ve “keyfi” yönetimlere karşı bir savunma aracı olmasıdır.
En genel biçimiyle liberal yaklaşım ifade özgürlüğünün korunmasında ve belki de kurulmasında kitle iletişim araçlarının vazgeçilmez bir rolü olduğunu öne sürerken, eleştirel yaklaşım sınıflı bir toplumda ifade özgürlüğünün mümkün olamayacağını söyler. Liberal yaklaşım “mülkiyet hakkı” ve dolayısıyla “piyasanın özgürlüğü” (negatif özgürlük-freedom) ile temellenen bir basın özgürlüğü kavramsallaştırmasına sahiptir. Eleştirel yaklaşım özgürlük meselesini bir “özgürleşim” (pozitif özgürlük/emancipation) mücadelesi olarak kurar ve sınıf bilincinin oluşması ve dünyanın emekçilerce hakça bölüşümü olarak kavrar. Yine liberal yaklaşım demokrasi için kitle iletişim araçlarından yararlanılabileceğini savlar. “Peki ama kimin demokrasisi?”… Eleştirel kuram içinse bu sav değerini sorgulamadan kavramı sorunsallaştırmaktan öte bir şey değildir.
Geleneksel aristokrasi ile ticari burjuvazinin dışındaki geniş halk kitlelerinin de “gazete tüketicisi” saflarına katılmasıyla birlikte bir yandan siyasi parti basını (party ptress) doğarken; öte yandan onun bir “mezar kazıcısı” olarak kitlesel tirajlı basın (mass circulation press) yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Basın özgürlüğü de bu gelişmelerin seyrinde doğan bir kavram olarak kitle iletişim araçlarına toplumlarca yüklenen işlevler ve onlardan beklentilerdir. Burada ifade edilen “toplum” vurgusu dikkate değerdir. Örneğin Kuzey Amerika’da basın özgürlüğü sömürgeciliğe karşı verilen demokrasi mücadelesinin bir simgesi olurken; Avrupa’da ise din özgürlüğüne yönelik demokrasi mücadelesinin bir simgesi durumundadır.
19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın başına kadar geçen sürede basın özgürlüğü liberal gelenek etrafında şekillenmeye başlamış ve genel anlamıyla “mülkiyet hakkı”na indirgenmiştir. Bu dönemde özgürlüğün ancak devletten özerk olunduğunda sağlanabileceği anlayışı hakimdir. Düşüncelerin pazarda serbestçe dolaşması (market place of ideas) analojisine yaslanılmaktadır. Medya pluralizmi ancak bu sayede sağlanabilecektir. Görüldüğü gibi bu dönemde basın özgürlüğü tartışmaları “medya çalışanları”nın değil, “mülkiyet hakları”nın korunmasını önermektedir.
20. yüzyıl ile birlikte, basın sektörünün tekelleşerek gelişmesi, gerek kuruluşların kârlarını arttırma çabaları, gerekse reklamcıların etkisi gibi sektör dışı ekonomik ve mali çıkar çevrelerinin baskıları nedeniyle “medya pluralizmi” ve “serbet pazar” mitleri üzerinde düşünülmeyi gerekli kılmıştır. Yine bu dönemde basın sektörüne ilk kez yatırım yapabilmek için gereken sermaye miktarı kat be kat artmış; farklı fikirlerin medyada yer alma olasılığı da giderek azalmıştır. Sarı Basın (Yellow Press) ve kitlesel tirajlı basın (mass circulation press) yükselirken; fikir gazeteciliği (opinion press)  ve siyasi parti gazeteciliği (party press) yok oluş serüvenine girmiştir.
Curran’a göre yukarıda da değinilen pek çok liberal mit, medyanın küçük çaplı siyasal yayınlardan oluştuğu ve devletin yine küçük bir seçkin grubu tarafından denetlendiği dönemlerde oluşturulduğundan, günümüz medya ve demokrasi tartışmalarını açıklamada yeterli olamamaktadır.
Liberal kuram çerçevesinde gelişen diğer kavramsallaştırmalara ve bunlara yönelik eleştirilere de yer vermek yerinde olacaktır. Bunlardan ilki “Kamu Yararı”dır. Devlet müdahalesi ile liberal öğreti arasında bir uzlaşı sağlayan bu görüşe göre “ortak iyi” adına devletin basın kuruluşlarına müdahale edebileceği varsayılmıştır. Tabii “kamu adına” ve “demokratik” kaygılarla…
“Basının Toplumsal Sorumluluğu” kavramsallaştırması ise kitle iletişim aracının mülkiyetini elinde bulunduranların yayın içeriklerini kendi çıkarları için değil kamu çıkarına göre belirlemeleri gerektiğini söyler. Zira medyanın ürettiği mal, diğer sanayi-ticaret faaliyetlerle aynı kefeye konamayacaktır. “Watch Dog” (Bekçli Köpeği) ifadesi ise basının bir bekçi köpeği gibi hükümet uygulamalarını denetlemesi ve halkı olan bitenden haberdar etmesi gerektiğine işaret eder.
Buraya kadar gündeme getirilen liberal yaklaşımdan doğan tezler de J. S. Mill’in gözüyle okunduğunda gerçekliğini yitirmektedir. Mill şöyle söyler:
“Bir düşünce doğru da olsa farklı düşüncelerle çarpışmadığı sürece, kısa sürede dogmaya dönüşebilir.”
Mill şöyle devam eder:
“Eğer tek bir kişi dışında herkes aynı fikri paylaşıyorsa, nasıl ki bu kişinin diğerlerini susturmaya hakkı yoksa; diğerlerinin de bu tek kişiyi susturmaya hakkı yoktur.”
Görüldüğü üzere “kamu yararı”, “ortak iyi” ve “genel ahlak” gibi mitler pek çok güçlüğü içinde barındırmaktadır.
Curran da, benzer bir şekilde çoğu kez demokrasi ve basın özgürlüğü için “büyük adım” gibi muştulanan pek çok gelişmeyi eleştirel bir gözle okumayı önerir. Örneğin 1800’lerin sonunda İngiltere’de damga vergisinin kalkması, pek çok araştırmacı için basın özgürlüğünün önündeki engeli kaldıran bir gelişme olarak algılanmıştır. Oysa bu sayede, reklamların maliyeti çok ucuzlamış; potansiyel ve çok sayıda müşteriye hitap eden popüler/kitle gazetelerine reklam akışı hızlanmıştır. Muhalif ve radikal basın ise reklam gelirlerinden mahrum kaldığı için piyasadan çekilmek zorunda kalmışlardır. Bu dönemde devletin baskısının yerini piyasanın baskısına bıraktığı açıktır.
Chomsky’e göre günümüzde büyük çoğunluk medya ve demokrasi ilişkisi bağlamında basın özgürlüğünü sadece gazeteleri okuyabilmek, televizyon izleyebilmek ve sinemaya gidebilmek olarak görmektedir. Oysa bu iletişim mecralarının içeriğinin nasıl doldurulacağı; neyin, nasıl gösterileceği konusunda belirleyici medya endüstrisinin sahibi olan, üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar ile onların ücretli olarak çalıştırdıkları medya profesyonellerince belirlenmektedir. Tıpkı tekelleşme ile birlikte yıkılan “medya pluralizmi” miti gibi medya içeriğinin çoğulculuğu miti de efsanedir. Çünkü çoğu medya içeriğinde “Birinci Dünya Bakış Açısı” hakimdir. “Dördüncü güç” olarak aksettirilen medya, güçlerin medyası olan ideolojik bir aygıttır.
Michael Parenti de içeriğin belirleyicisinin toplum olduğuna dayanan “halk ne istiyorsa onu veriyoruz” mitini eleştirir ve görüşlerini şöyle ifade eder:
“Halk ne istiyorsa onu verdiklerini söyleyenler yalan söyler. Bir medya içeriği oluşturulurken, isteklerine bakılanlar medya sahipleri ve reklam verenlerdir. İçerik bu aktörlerin belirleyiciliği altında oluşturulur çünkü asıl mutlu edilmesi gerekenler halk değil, bu aktörlerdir. Bir medya içeriği izleyicinin tepkisi alınmadan oluşturulur. İzleyici tepkisiyle değiştirilmesi mümkün değildir. Hatta belki de gerekli değildir. Halk ne istiyorsa onu verdiğini iddia edilenler; halkın kendi verdiklerini beğenmesi için ellerinden geleni yaparlar.”
Medyada gözlenen bir diğer gelişme ise,  tekelleşen, ticari hale gelen ve eğlence pompalayan medyanın temsili demokrasi ile doğrudan demokrasi arasında bir sentez niteliğinde olan kamusal alanı giderek küçülttüğü gerçeğidir. Bu bağlamda “kamusal alan”ın “ne”liğini, yükselişini ve çöküşünü, son olarak da yeni medya ekseninde yeniden doğma ihtimalini tartışmak yerinde olacaktır.
Alman sosyolog ve siyaset bilimci Jürgen Habermas tarafından ortaya atılan “Kamusal Alan” alan kavramı eleştirel sosyal bilimciler tarafından çokça tartışılan bir konudur. Habermas “Kamusal Alan’ın Yapısal Dönüşümü” (KAYD) adlı kitabında feodalizm sonrasında kurulan ulus devletin burjuva kamusal alanının demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olduğunu söyler.
Kamusal alan devlet politikaları, ticari çevreler ve ailenin mahrem yaşamının dışında bir dördüncü güç olarak rasyonel akıl yürütme ve söylemsel etkileşim alanıdır. Devlet eylemi ve sivil toplum üzerine düşünmek üzere bir araya gelen kamunun “özneler arası” bir akıl yürüterek parlamento üzerinde etkili oldukları bir alandır.
Kamusal alan ilkesel düzeyde herkese açıktır. Herkes statülerini bir kenara bırakarak bu alana dahil olup, politik konularda fikirlerini paylaşıp bir konsensüs/uzlaşma arayışına girebilir. Halk kendi kendisi ve devletin pratikleri üzerine eleştirel biçimde akıl yürütebilir.
Habermas, Burjuva kamusal alanın doğuşunda medyaya büyük önem atfeder. Bu dönemde süreli yayınlar önem kazanmaya başlar. Tıpkı kamusal alan gibi, bu yayınlarda da önce sanat ve edebi tartışmalar yer alırken; daha sonra politik konular tartışılmaya başlanır. Bu bağlamda, bu dönemde sadece Londra’da düzenli olarak katılımcıları olan 3000’den fazla kahvehane olduğunu ve bu kahvehanelerde süreli yayınların okunarak üzerinde akıl yürütüldüğünü söylemek yerinde olacaktır. Basının ve kamusal alanın etkisiyle, parlamento daha şeffaf hale gelmiş; parlamentonun basın üzerindeki denetimi kalmıştır. Parlamento basına ve kamuoyunun taleplerine karşı daha duyarlı hale gelmiştir.
Habermas, 18. yy.da gelişen ve demokrasinin olmazsa olmazı olan bu alanın; 19. yy. ile birlikte, devletin nüfuz alanını genişletmesi ve tekelleşmenin artması ile birlikte çöküşe geçtiğini söyler. “Yeniden feodalleşme” olarak adlandırdığı bu dönemde,  kültürel akıl üreten kamunun pasif kültür tüketicisine dönüştüğünü söyler. Bu dönemde insanlar sadece birlikte sinemaya gitme ve radyo dinleme etkinliklerinde bulunurlar ama bunlar da kamusal (özneler arası) akıl yürütme faaliyeti olarak okunamaz. Kültür, özel alanda tüketilir hale gelmiştir. Burjuva toplumunun eleştirel vasfı yok olmuştur. Nasıl ki, burjuva kamusal alanın doğuşunda basın etkili bir güç olmuşsa; yıkılması ya da daralmasında da etkili olmuştur. Gittikçe ticarileşip, tekelleşerek eleştirel misyonunu yitirmiştir. Yine bu dönemde, iletişim sadece ticari kaygılarla yapılmaya başlamış, eğlence işlevi diğer tüm işlevlerden önemli hale gelmiştir. Eskiden siyasi eleştiri amacı güden medya, bu dönemde siyasi bir propaganda, halkla ilişkiler ve reklamcılık alanı haline gelmiştir. Depolitize bireylerin oluşmasında etkili olmuştur.
Elbette Habermas’ın kamusal alan kavramsallaştırmasına yönelik eleştiriler de mevcuttur. Her şeyden önce Habermas, sınıf ve cinsiyet körüdür. Rasyonel, akıl yürütebilen ve mülk sahibi burjuva erkeklerine açık bir alandır. Radikal ve muhalif kamulara zaten baştan kapalıdır. Özel ekonomik çıkar ve ev içi şiddet gibi konuları kamusal tartışma alanına hiç dahil etmemiştir. Habermas, kamusal alanın çöküşüne dair sadece durum tespitinde bulunmuş ve bir reçete ortaya koyamamıştır.
Habermas eleştirilere yanıt verir. Ona göre kamusal alan dışlayıcı olduğu kadar kapsayıcıdır da.  Aklın özel alanda kullanımına göre kamusal kullanımının etkisini vurgulamaktadır. Sivil toplum ve devlet üzerine düşünerek hakikat arayan bir özneler arası aklın önemine işaret eder.
‘Yeni Medya’nın daralan ve yıkılan bu alanı yeniden canlandırıp canlandıramayacağına ilişkin tartışmalara geçmeden önce, “yeni medya” ekseninde “enformasyon çağı” olarak nitelenen dönemin genel özelliklerinden bahsedilmesi yerinde olacaktır.
Yeni Medya’nın yeni aktörleri çok uluslu şirketler, bu aktörlerin üretim tarzında kullandıkları başlıca araç ise Bilgi ve İletişim Teknolojileri (ICT ya da BİT)’tir. BİT ve Yeni Medya, eşitsiz toplumsal ilişkileri yok eden bir mucize gibi muştulanmaktadır. Teknolojiyi girdi olarak kullanmak tarihselci, kaçınılmaz, gelişmeci, doğal, teslim olunması ya da oldurulması gereken bir süreç olarak gösterilmektedir. Bu teknolojileri kullanabilecek altyapıya sahip olmak ise önemsizleştirilmektedir. Gelişmekte olan ülkeler bu teknolojiyi gerektirecek, doyuracak ve yaşama geçirecek alt yapıya gerçekten sahip midir? Yoksa kapitalizmi içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarmanın bir aracı mıdır BİT? Bağımlılık ilişkilerini yeniden kuracak bir ambalaj mıdır? Toplumun geneli için değil, bir bölümü için refah sağlayacak bir araç nasıl olup da yeni bir toplumsal yapıyı işaret eden en güçlü argüman haline gelebilmektedir?
Kurucu babalardan Mc Luhan’ın “Global Köy” ve “Enformasyon Çağı”, Daniel Bell’in “Sanayi Sonrası Toplum”, Alvin Toffler’in “Üçüncü Dalga” olarak müjdelediği bu döneme, kuşkusuz eleştirel bir gözle bakmak gerekmektedir.
Daniel Bell sanayi toplumunun sonrasında, ondan farklı özelliklere sahip olan bu toplumun genel olarak ideolojilerin, özel olarak Marksizmin sonunu getirdiğini düşünmektedir. Sermaye-emek çelişkisinin sona erdiğini müjdelemektedir. Japon Masuda da benzer şekilde “Computopia” kavramsallaştırması ile BİT’in olanakları sayesinde insan emeğine bağımlılığın sona ereceğini söylemektedir. Bağımlılığın insana değil, sermaye sahiplerine olduğu gerçeği silikleştirilmektedir.
İster olumlu, ister eleştirel bir bakışla bakılsın yeni medyaya bakılırken gözden  kaçırılan şey, teknolojiye atfedilen olağanüstü güçtür. Üretim tarzındaki teknik girdiler, başat konuma getirilmekte; toplumsal ilişkiler marjinalleştirilmekte ve analiz nesnesi dışında bırakılmaktadır. Devrimi yapacak olan insan değil de teknolojiymiş gibi aksettirilmektedir.
Şu ana kadar sıralanan iyimser iddialara karşı çıkan; kötümser bir teknolojik determinist, teknofobik ve hipermodernist olarak nitelenen Virilio’ya göre siyaset insanların elinden alınmıştır. Giderek ordu, devlet ve teknoloji tarafından belirlenmektedir. Kamusal katılım artmak şöyle dursun, gittikçe azalmaktadır.
Schiller da benzer endişeleri paylamaktadır. Ona göre siber uzam yoksulların asla “özne” olarak var olamayacakları, yalnızca birer tartışma nesnesi olarak var olabilecekleri bir ortamdır. Sanal topluluklar meta sermayesi tarafından atomlaştırılmıştır. Gerçek komünal yaşam yok olmuştur. Sanal topluluklar yükümlülük ve sorumluluk yeri olan gerçek toplulukların aksine ironi ve oyun üzerine kurulmuştur.
Bir başka kötümser teknolojik determinist olan Winston ise “radikal potansiyelin bastırılması yasası” olarak adlandırdığı kavramsallaştırma ile yeni teknolojilerin, muhalif ve radikal çabaları, egemenlerin istediği biçimde bir potada erittiğini söyler. Müzik parçalarının paylaşıldığı bir internet sitesi olan Napster’a yönelik davayı da bunu örneklemek için kullanır. Napster, fikri haklara yönelik davalardan korumak için katılımcılarının sahip oldukları mp3 formatlı müzik parçalarını site üzerinde tutmamış, sadece katılımcılar arasında bir ara buluculuk yaparak; birbirlerinden müzik parçası alabilmelerine olanak sağlamıştır. Ancak ABD Plak Şirketi açtığı davayı kazanmış, Napster yüklüce bir tazminat ödemeye ve başarısız bir abonelik sistemi kurmaya mahkum olmuştur. Böylece tam da Winston’ın iddia ettiği gibi radikal olan bastırılmıştır. Oysa Winston’ın gözden kaçırdığı bir nokta vardır. MP3 paylaşımı, sanatçının emeğinin üzerinden para kazanan plak şirketlerini aradan çıkarma fikrini doğurmuştur. Kısacası cin şişeden artık çıkmıştır. Küçük ve parçalı çabalarla da olsa, bu olasılık sorgulanmaya ve denenmeye devam edilmiştir. Bu da bize Arthur Kroker’in “Her teknoloji, hem özgürleşim hem de tahakküm yönünde karşı ihtimaller taşır.” önermesinin doğruluğunu göstermektedir.
Egemenlik ve özgürleşim eksenleri yerine daha farklı bir okuma öneren Manuel Castells de yeni medya teknolojilerinin bir yandan kültürel sermaye ve hiyerarşiyi üretirken, diğer yandan toplumsal hareketlerin seslerini duyurmada ve uzaktaki toplumlarla bağ kurmalarında önem arz ettiğini iddia eder.  Castells, ilk uluslararası gerilla hareketi olarak tanımladığı Zapatistaların Meksika’da yerel saygınlık ve toprak amaçlı verdikleri demokrasi mücadelesinde internetten ustaca yararlandıklarını vurgular. Her türlü yerel deneyimin küresel gündeme taşınmasında, zaman ve uzam boyunca iletim kapasitesine sahip yeni medyanın önemine dikkat çeker.
Benzer şekilde geçtiğimiz yıl Tekel İşçilerinin direnişleri egemen medyada iki dakika ile sınırlı bir biçimde, araya reklamlar alınarak ve “münferit olaylar” olarak aksettirilmiştir. Oysa yeni medyanın zaman ve uzam sınırlı olmayan kimi alternatif mecralarında, süre kısıtlaması olmaksızın konu tartışmaya açılmıştır.  Yani zaman, kurgu ve reklamla sınırlı “yeniden üretim” derdi olmaksızın bütünlüklü bir sınıf mücadelesinin verildiğini gösteren mecralara rastlanılabilmiştir.
Dünya Sosyal Formu, Avrupa Sosyal Formu ve Türkiye Sosyal Formu gibi internet sitelerinin de,  muhalif kamuların sorunları tartışmalarına olanak sağladığı gözen kaçırılmamalıdır. Bu oluşumlar Habermas’ın “burjuva kamusal alan”ının yerine geçebilecek midir? Belki de üzerinde durulması gereken, bu oluşumların etkililik alanlarını arttırma yollarıdır. Yazının başına dönecek olursak, sermayeye rağmen ve sermayenin egemenliği dışında bir kolektif tecrübe ufku nasıl yaratılacaktır? Karar alma süreçleri üzerinde etkili, muhalif kamuları da kapsayan yeni medya oluşumları, gerçek komünal ilişkilerin yerine demokratik mücadele sağlayabilecek midir? Bunun ön koşulu kuşkusuz geçici (palyatif) ve parçalanmış bir görünüm arz etmeden direnmelerine bağlıdır.
Bu soruların yanıtlarını teknoütopik ya da teknofobik bir biçimde değil, toplumun dinamiklerine bakarak aramak gerektiği ortadadır. Her ne kadar melez/hibrit bir görüntü arz etseler ve toplum yerine teknoloji temelli bir çözüm arayışı içerisinde olsalar da;  Castells ve Arthur Kroker’in, teknolojinin hem özgürleşim hem de tahakküm karşı ihtimallerini bir arada taşıdığına gönderme yapan tespitleri daha gerçekçi gözükmektedir. Teknolojiyi demokratikleşmenin uygulayıcısı değil, en önemli girdilerinden biri olarak görerek mücadeleyi sürdürmek mümkündür.
Medyadaki tüm olumsuz koşullara ve iç ferahlatmayan mevcut güç-iktidar ilişkilerine rağmen, sermayenin egemenliği dışında ve sermayeye rağmen bir “kolektif tecrübe ufku” yalnızca bir ütopya olarak nitelendirilmemelidir. Özellikle alternatif medyanın varlığı, etki alanı sınırlı olmak ya da farklı tüm kamusallık biçimlerine ulaşamamakla birlikte “başka türlü bir iletişim”i mümkün kılmaktadır. Bu bağlamda farklı ve radikal kamusallık tiplerini kapsayan ve yeni medyadan yararlanan oluşumlar, temsili demokrasi ile doğrudan demokrasi arasında bir senteze vararak; parlamento üzerinde yeniden etkili olma potansiyeline sahiptir.

18 Ocak 2011 Salı

YENİ ŞİŞEDE ESKİ ŞARAP

Günlerdir tartışılan konu malum...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Galatasaray'ın Türk Telekom Arena Stadı'nın açılışında kendisini protesto eden taraftar yüzünden stadı terk etmesi, kulüp yönetimini tehdit etmesi ve yaşanan bir dizi çirkin olaylar...
İşte bu tablonun eleştirilmesine, sorgulanmasına sonuna kadar destek veriyor; duruma şaşılmasına, bir başka değişle hayretle karşılanmasına ise bir türlü anlam veremiyorum.
Türkiye'de futbolla siyasetin kirli ilişkisi yeni bir şey mi? "İktidar" her zaman müdahale etmiyor muydu futbola? Turgut Özal istedi diye şampiyon edilen, birinci lige yükselen takımlar yok muydu misal? Ya da üniformalı Kenan Evren'den kupa alan futbol takımlarımız neden hiç garip gelmiyordu bize... Sorun var, doğru! Ama sorunun kökenleri çok, çok öncede... Belki de eskiden bize hiç garip gelmeyen şeylerin bedelini ödüyoruz...
Demem o ki, bu sorun yeni başlamadı. Ne acı ki, kolay kolay da biteceğe benzemez...

Futbol ve siyasetin kirli ve köklü ilişkisini anlatan bir kitabın linki de aşağıda:

NASHVILLE (14-17 Mart 2010)

ABD'deki Tennessee eyaletinin başkenti olan Nashville tipik bir yöresel ABD kenti. Müzikle iç içe geçen şehirde Elvis Presley’nin hediyelik eşyalarına ve heykellerine rastlamak mümkün. Sakin bir yapısı olan şehrin mimarisi oldukça değişik. Bir yanda yerel müziklerin dinlendiği, kovboy şapkaları ve çizmelerinin satıldığı küçük dükkanlar ve barlar, öte yandan bulutlara meydan okuyan gökdelenler…
Mormonluğun oldukça rağbet gördüğü kentte, bu ilgi otellerde de kendine yer buluyor. Zira otel odalarında İncil’in yanı sıra Mormon inanışını anlatan kitaplarda başucu çekmecelerinde yer alıyor. Sokaklarda da kendilerine özgü kıyafetleri ile çok sayıda Mormon’a rastlamak mümkün. Dinin önemini Hristiyanlığa ait malzemeler satan dükkanlarda da görmek mümkün. Örneğin janjanlı, renk renk İncil çantaları, pazar ayinlerinde okunan ilahilerin adlarıyla oluşturulmuş hediyelik eşyalar ve Hz. İsa ikonlarıyla dolu oldukça büyük bir mağaza var. İnsan Ankara’da Hacıbayram’da tespih ve dini malzeme satan dükkanların pisliğini ve köhneliğini düşününce bu özene imreniyor. 
Gün içinde sokakların dolup taşmadığı, sakin bir havası var kentin. İnsanlar güler yüzlü, yaşam dingin.
Genellikle Country Müzik çalınan barlarda tek bir grup sahneye çıkmıyor. Saat başı değişen gruplardan beğeninize göre müzik dinlemeniz mümkün.  21 yaş altına içki satışı yapılmıyor. İnsanlar taşkınlık yapmadan içkilerini yudumlarken, müziklerini dinliyor.

17 Ocak 2011 Pazartesi

ÖYKÜ MEZARLIĞI

Patika Kültür, Sanat, Edebiyat Dergisi, sayı:54, Temmuz-Ağustos-Eylül 2006.

Sen beni hiç anlamazsın... Erkek olduğum için acımasızca davranırsın bana. Karımın tarafını tutarsın. Biricik hayat arkadaşını, çocuklarını, evini ve en yakın arkadaşını bırakıp meçhule giden; korkak bir öykü kahramanı olarak betimlersin beni. Hatta bir kahraman  olarak bile kabul etmez:  “Hakkında yazmaya bile değmeyecek nankör bir ucube” dersin benden için...

Cesur olduğumu kabul etmek istemezsin. En kötü günlerimde omzunda ağladığım, dünyanın en mükemmel kadınını bırakıp gitmenin nasıl bir cesaret olduğunu bilemezsin. Melek kadar saf ve tertemiz kızlarımın bir daha bana: “Baba!” diye seslenemeyecek olmalarını bilmenin, kalbimi nasıl yaktığını hissedemezsin.

Her gün onların akıbetini nasıl da kurguluyorum oysa... Geceleri üstlerini örtüp örtmediklerini, ardımdan çok fazla göz yaşı döküp dökmediklerini, en ufacık bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını, milyon kere geçiriyorum beynimden. Onların göz yaşlarını yastıklara akıtmaya hakkı var; benim yok! Ben göz yaşlarımı kalbime akıtıyorum nicedir... Hasret çekmeye hiç hakkım olmadığı halde hasret çekiyorum. Gittiğimi sanıyor, aslında sonsuza dek onlarla kalıyorum.

Haftada bir gün iki tek attığım Rıfat’ı, en yakın dostumu, görememenin; onunla dertleşememenin beni patlamaya hazır saatli bir bombaya döndürdüğünü göz ardı edersin. Ne vefasız bir adam olduğumu cümle aleme anlatmaktır niyetin.

İçtiğim sigaradan yakınır, tiryakiliğimden söz edersin okurlara. Ne zaman ve nerede sigara içmeye başladığımı nereden bileceksin ki... Karımın geçirdiği korkunç bir trafik kazası sonrası yoğun bakım ünitesinin camından ona el salladığım, hayatımın en katlanılmaz  günlerinde başladım sigaraya. En yenik olduğum anda sigaradan başka dostum yoktu. “Marifet sanki... Rıfat ne güne duruyor?” diyorsun demek! Rıfat’ı henüz tanımıyordum o zamanlar. Bana yabancı bu koca şehre meydan okuyacak gücüm yoktu.

Sana göre ustaca kurgulanıp, mutlaka kaleme alınması gereken bir gecede karımı ve ona dair olanları acımasızca silişimdir. Tek bir yakınım olmayan bu şehre gelirken, tanıdık tüm sokak taşlarını karım için sildiğim geceyi, örtbas edersin. Karım için terk ettiklerimi kabul edersin de karımı terk edişime isyan edersin. 

Senin sözcüklerin benim kahredici pişmanlığımı anlatmaya yetmez. Kalmaya karar verdiğim öyküler yazmayı da beceremezsin. İtiraf ediyorum işte: Ne geride kalanlara, ne de kendime merhem olmadı bu gidiş. Her şeyden kaçmışken, çıkmaz bir sokakta geçmişle hesaplaşıyorum günlerdir.

Bir de sen... Sen yok musun sen! Mücadele etmemekle suçluyorsun beni. İhanete eş bir suç işlemişim gibi hüküm giydiriyorsun bana.  Payıma düşen yalnızlığı yaşamak zorunda bırakıp; yokmuşum gibi davranarak cezalandırıyorsun.

Demek karımın tüm sorularına kayıtsız kalan, duyarsız adamın tekiyim, öyle mi? Dur da anlatayım nedenini öyleyse: İnsanoğlu her şeyi değiştirme gücüne sahiptir bilir misin? Kolundaki saati, oturduğu evi, bindiği otomobili ve kıyafetlerini… Hatta cinsiyetini, vatandaşı olduğu ülkeyi ve sahip olduğu ideolojiyi… Bir tek ona mevcudiyet kazandıran ana babasıyla aralarında kan bağı olan kardeşlerini değiştiremez. Ben de değiştiremedim ama terk ettim. Neden sevmediler benim gibi karımı? Neden ailemizden biri olsun istemediler? Bilemedim... Babam “Bu iş olmaz.” dedi; ben itiraz edemedim. Bir tercih yapmam gerekti; karım için ailemden vazgeçtim.

Geçmişle hesaplaşmadan şimdiyi yaşadım yıllarca. Sol yanım hep eksik kaldı. Karım ne yaptı biliyor musun? Ne zaman içimde ailemle yüzleşmeye dair bir cesaret alevlense, ateşin üstüne bir kova su döktü. Sönmeye yüz tutan cesaret közleri mutluluğumuzu yaktı sonra! Hesaplaşmadığım geçmişim ailemken karım oldu… Artık gücüm yok. Yaşadığım tüm ayrılıkların yükünü sırtlanmaktan tükendim. Hiç bir prize uymayan bir fişim sanki.
           
En çok da neye üzülürüm bilir misin? Beni ayyaş diye yazarsın da, birlikte demlendiğim Rıfat’ı öve öve bitiremezsin. Benim bıraktıklarıma sahip çıktığını söylersin sözcükler boyunca... Karım ona varmakta hiç günah işlememiştir sana göre.

Gidenler bekleneceklerini umarlar oysa. Hiç gelmeyecekmiş gibi veda etseler de bekleneceklerini umarlar. Döndüklerinde her şeyin sorgusuz sualsiz, kaldıkları yerden devam edeceğine inanırlar. Sorgulayan gözlerden, imalı sözlerden tiksinirler. Verilecek hiçbir hesabın,  vicdan azabından daha ağır olamayacağını okurların bilmeye hakkı yok! Öyle mi?

Karımın yaşadığı acıları, güçlükleri ve çocuklarımın bir şey hissetmemesi için verdiği mücadeleyi herkes bilmelidir de, benim onsuz bir şehirde onunla verdiğim mücadeleyi kimsenin bilmesine gerek yoktur.

Onun Rıfat’a varmasını meşrulaştırmaktadır senin görevin. Sen, karım ve Rıfat’ın kol kola yürüdükleri yeni yaşamı yazarak öyküne son noktayı koyduğun zaman ben ölürüm. Senin ve okurların istediği gibi öykü mezarlığına gömülürüm usulca.

ANNEMİN ELLERİ

Varlık Edebiyat ve Kültür Dergisi, 2007/02-1193, Şubat, 2007.

Kitle ürünlerinin tüm yaşamımı esir aldığı yıllar değildi henüz. Birisi bir mağazadan giyecek bir şeyler alsa, tüm mahalle günlerce onu konuşurdu:
            - İşlemeleri de çok güzelmiş.
            - Dikişleri de bir başka canım.
            - Tek bir ilmek atlanmamış baksanıza.
            - Pahalı ama çok dayanıklı oluyor mağazadan alınan mallar.
            - Bu marka çok ünlüymüş.
            Zenginin malının züğürdün çenesini ziyadesiyle yorduğu yıllardı… Terzilere ve annelere çok iş düşerdi o zamanlar.
            Benim mağazadan alınan bir kazağım, hatta çorabım bile olmamıştı. Bütün gün yemektir, bulaşıktır uğraşmaktan harap ettiği elleriyle, annem hazırlıyordu tüm giysilerimi. “Bak bu sefer sepet örgüsü yaptım. Şekli ne de güzel oldu!” demelerine, derin bir sessizlikle karşılık veriyordum. Belli ki elinden gelenin en iyisini yapmaya çabalıyor, bana biraz olsun beğendirebilmek için komşu komşu gezip yeni modeller öğreniyordu. 
Örgü modellerinin piri kabul edilen selanik örgüyü bile öğrenmişti. “Bak şekerim, ilk önce örülecek ilmek sayısı kadar bir ters bir yüz lastik şeklinde öreceksin. Selaniğe başlamadan 2 sıra lastiğe devam edeceksin. Daha sonra lastiğin yüz kısımlarını bir alt ilmeğin deliğine batıracaksın. Terslere normal şişteki ilmekle devam edeceksin.” diyordu Nebahat teyze…
Nasıl örerse örsün, biricik oğlunu; Hasan’ını, yani beni, mutlu edemeyeceğini biliyordu da; çabalamaktan vazgeçmiyordu annem. Baktı ki ben motiflerle ilgilenmiyorum; hazır kazakların örgüsünü taklit etmeye kalkıyordu. Tek ilmek bile atlamadan,  makine gibi örmek için gözlerini dört açıyordu.
Bir gün okul çıkışı eve dönerken; sınıf arkadaşım Kerem’in annesinin, mağazalardan aldıkları giysileri poşete koyup kapının önüne bıraktığını gördüm. Poşeti kor komaz karşı penceredeki komşuya seslendi: “İhtiyacı olan birileri alır herhalde. Ben yine de poşeti bağlamayayım. Neme lazım çöp möp sanırlar.” Kerem hep en kaliteli mağazalardan alırdı kazaklarını…
Sokağın en sonundaki evin duvarına usulca iliştim. Mahallenin sessizliğe gömülmesini bekledim bir süre. Tam hamle yapacağım sırada sokağın başından koşarak bir çocuk fırlıyor, usulca yerime dönüyordum. Poşeti tam kapacakken, tezgâhından çıkan paslı seslerle sokağı dolduran bir seyyar satıcı köşeden görünüyordu.
Zaman da hayli geç olmuştu. Annem kesin sokağa düşüp, beni aramaya koyulacaktı az sonra. Kendi diktiği incecik mantosunun içinde daha da zayıf gözükecek, “Hasan” diye bağıracak ve sesi yankılanarak kaybolacaktı sokak boyunca.
Son bir hamle yapacak vaktim vardı. Bu kez kimsecikler yoktu. Sokağa bakan pencereleri gözlerimle kontrol ettim. Poşeti kaptığım gibi koşmaya başladım. Kimsecikler görmesin diye annemin ördüğü kazağı göbek kısmından çekip içine sakladım onu. Karnım şişkin gözüküyordu ama pek de belli olmuyordu… Ya da ben öyle sanıyordum.
Eve yaklaştığımda soluk soluğa kalmıştım. Annemin incecik mantosuyla kapıda belirdiğini gördüm. “Hasanım noldu sana?” diye bağırdı. “Yok bir şeyim, geldim işte.” diye homurdandım. Daha eşikten içeri bile girmeden fark etti karnımdaki şişliği. Meraklı gözlerle yüzüme baktı. Kollarımı karnımın üstünden çekip, iki yana açmamla birlikte, poşet avluya düştü…
Annem poşete doğru uzandı. İçinden çıkan iki parça giysiye şöyle bir baktı. Giyilecek gibi değildiler. Oldukça eskimiş, yıpranmışlardı. Hatta yama yamaydı bir tanesi. Bu kadar uğraşın sonunda daha güzel şeyler bulacağımı umuyordum. Tomarla para verip de aldıklarını çöpe atacak değildi ya zenginler. Hayal kırıklığımı ta içinde hisseden annem beni izliyordu. Gözlerim doldu sonra… Hiçbir şey söylemeden iki göz odalı evimize daldım. Bir odanın kapısını kapatıp divana attım kendimi. Peşimden koşan annem, odanın kapısını tıklayıp “Hasan!” diyecek oldu… Cümlesini tamamlamadan “Rahat bırak beni.” diye bağırdım.
Hava kararıncaya kadar yarı hayal, yarı rüya bir şeyler gördüm. Uyanınca usulca mutfağa yöneldim. Annem oradaydı. Yanağımı öptü, saçımı okşayacak oldu… Omuzlarımı silkip geri çekildim. Kendi elleriyle hazırladığı tarhana çorbasını koydu önüme. Kokusu burcu burcu, tadı enfes… Öyleydi ya, okuldaki çocukların söylediği hamburgerden yemek istiyordu canım. Bir tanesi “Bildiğin köfte ekmek” diyordu; öteki “Olur mu hiç! Ona sos koyuyorlar” diye itiraz ediyordu. Ben hiç hamburger yememiştim… Ama annem, ayda bir kez, ölen babamdan kalan üç kuruşluk maaşı aldığında, köfte pişirirdi. Daha sonraki günlerde idareli harcardı paramızı.
Suratımdan düşen bin parça bitirdim çorbamı. Bir kaşık bulgur pilavı aldım öteki tencereden. Tam sofradan kalkacakken geldi annem. “Haftaya sana bir sürprizim olacak.” dedi. Yanıt vermeden gittim yatmaya.
 O hafta her zamankinden daha neşesizdim. Arada bir annemin sürprizi aklıma geliyor; yeni bir örgü modeli öğrenip kazak örmüştür diye iyiden iyiye sinirleniyordum.
Bir okul dönüşü annem beni kapıda karşıladı. Bir şey saklamaya çalışıyordu. Sonra uzattı bana arkasında sakladığı paketi. Önündeki arma işlemesiyle, boynunda asılı markasıyla mağazadan alınmış bir kazaktı. Nasıl mutlu olmuştum. Yüzüm haftalar sonra ilk kez gülmüştü. Annemin boynuna sarılmıştım…
Mağazadan alınan ilk ve tek kazağım bana küçük gelmeye başladığında; artık giyilemeyecek kadar eskidiğinde söylemişti annem… Kazağı mağazadan almamıştı. Poşetle getirdiğim giysilerden kestiği arma ile markayı, tek bir ilmek atlamadan tıpkı hazırmış gibi ördüğü kazağa elleriyle dikmişti. Bana yalan söylediği için kızacaktım; utandım sonra… Emeğini, beni mutlu etme isteğini düşünüp kendimden utandım.
Şimdi istediğim giysiyi satın alıp, istediğimi yiyecek kadar büyüdüm. Bir giydiğimi bir daha giymiyor; istediğim tüm pahalı restoranlarda yemek yiyebiliyorum.
 Annem artık yok…
Geçenlerde çocukluğumla yüzleşmek istedim. Fark ettim ki hiçbir marka annemin kazaklarını üretemiyor. El emeği, göz nuru vardı onlarda. Herkesin giydiği sıradan kazaklar değillerdi… Sonra annemin çorbasını hatırladım. Kokusu burnuma gelir gibi oldu. Şehrin onlarca kokusu arasında yitip gitti. Şimdilerde bir şeyler eksik kalıyor yaşamımda sanki… Belki elleri annemin!   

CANAVAR DÜDÜĞÜ


Türk Dili Dergisi, Sayı:644, Ağustos 2005.

Ufuklara açılmadan limana demir atan mağrur gemi… Tahtaların gıcır gıcır, kaptanının kıyafeti bembeyaz olacak her daim. Limandaki çay bahçesine gelen insanlar imrenerek izleyecekler seni. Başın her zaman dimdik duracak. Limana vuran dalgalarla ritm edecek bedenin. Güvertende sallanan bayrak hiç hasar görmeyecek. Yelkenlerini indirmene hiç gerek kalmayacak. Deniz senin için her zaman tehlikesiz bir ev sahibi olacak.

Denizin bittiği bir sınır var mı acaba? Bilemeyeceksin. Balıklar senin için sevimli birer eğlence… Daha büyükleri, daha ışıltılı renkte olanları var mı acaba? Bilemeyeceksin. Gördüğün en güzel balığı limana gelenler arasından seçeceksin. İnsanların yüzlerinde yılların birikimi ile oluşan derin ama anlamlı çizgiler vardır hani… Artık onlar bu çizgilerden kurtulmak için bir dizi ameliyatlar geçiriyorlar gerçi. Senin buna hiç ihtiyacın olmayacak çünkü hiç yaşlanmayacaksın.

Bazı günlerde, fırtınalardan arta kalan dalgaların ve rüzgarın hızı arttığında, sana çok uzaktan bir şeyler fısıldayacaklar… Anlayamayacaksın. İçin için merak etsen bile; hiç istifini bozmadan insanların övgü dolu bakışlarını üzerine toplamaya, iltifatlarını dinlemeye devam edeceksin. Büyük bir zafer kazanmışçasına gururlu, dimdik duracaksın.

Güneş batacak usul usul… Limandaki insanlar, seni unutup yuvalarına koşacaklar... Bütün mutluluğun, huzurun bir sis bulutunun ardında kalacak adeta geceleri. Tüm o büyülü siluetin yok olacak bir anda. Kalbini bir merak duygusu kemirecek. ‘Daha iyi bir liman var mıdır acaba?’ diyeceksin… Bilemeyeceksin. Fırtınalardan arta kalan rüzgârın ve dalgaların kulağına fısıldadıkları ama asla anlayamadığın şarkıları duyacaksın yine. Sense şarkıya eşlik etmek yerine, dinleyip gülümsemekle yetineceksin. Bir an önce güneşin doğmasını dileyip uykuya dalacaksın.

Günün ilk ışıkları aydınlatmaya başladığında ortalığı, eski cazibene kavuşacaksın. Mağrur mağrur limandan geçen insanları selamlayacaksın. Herkes sana bakıp, senden daha güzeli olmadığını düşünecek. Kalbindeki yaraların farkına varmayacaklar. Cilalı, boyalı, tertemiz tahtalarına bakacaklar. Limandaki simitçi, işine yetişmeye çalışan şu adam, seni hayran hayran izleyen küçük çocuklar olacak arkadaşların…

Bir gün limana farklı bir gemi gelecek. ‘Selam! Ufuklara açılıp, fırtınalarla boğuşan, limanları dolaşan gemiyim ben..’ diye tanıtacak kendini.

Yırtık bir bayrağı olacak. Yelkenleri yer yer eskimiş ve yamalı… Köhne, hasar görmüş tahtaları ‘gacur, gucur’ sesler çıkaracak. Senin ihtişamının yanında, esamisinin okunmayacağını düşünüp sevineceksin. Bir kaptanı olacak bu geminin… Denizin tuzlu suyunu genzinde hissetmiş, pasaklı bir kaptanı… İnsanlar fark etmeyecekler bile onu. Seni ve tertemiz kıyafetiyle kaptanını seyredecekler yine.

Akşam olup da, baş başa kaldığınızda değişecek durumlar.  Burnunu kıvırıp hor gördüğün gemi, sanki daha ihtişamlı duruyor gibi gelecek. Hiçbir zaman eşlik edemediğin şarkılarıyla fırtınalardan arta kalan rüzgârlar ve dalgalar gelecekler yine… Ama bu gece duyduğun şarkı diğer gecelerden çok daha farklı, çok daha güzel olacak. Nedenini anlamaya çalışacaksın. Gündüz gülüp geçtiğin, tanışma lütfunda bile bulunmadığın geminin gıcırdayan tahtalarıyla şarkıya eşlik ettiğini göreceksin. Rüzgârın ve dalgaların bu gemi karşısında saygı ile eğildiklerini şaşırarak izleyeceksin. Onlar diğer limanlardan, ismini hiç duymadığın balıklardan söz ettiklerinde kendini fena halde yalnız hissedeceksin.

Gecenin ilerleyen saatlerinde ay da katılacak sohbetlerine. Kahkahalarını duyacaksın. Söyleyecek tek çift sözün olmayacak. Bunun bir kâbus olduğunu düşünüp, sabahın gelmesi için dua edeceksin. Sabahın ilk ışıklarıyla eski ihtişamını yeniden kazandığında; insanlar seyrederken seni hayran hayran; ufuklara açılıp, fırtınalarla boğuşan, limanları dolaşan gemi sessizce yola çıkacak. Kimseler fark etmeyecek gittiğini senden başka. Kimseler özlemeyecek yorgun ama nice zaferlere imza atmış kahraman geminin bedenini…

Sen soru işaretlerinin içinde kavrulurken, o ünlemlere doğru yola çıkacak ağır ağır. ‘Ufuklara açılmadan, fırtınalarla boğuşmadan, limana demir atan zavallı bir gemiyim ben!’   diye haykıracaksın. Belki de ilk defa uzun uzun çalarak canavar düdüğünü, onu uğurlayacaksın…