30 Ocak 2011 Pazar

TEKNOÜTOPYA VE TEKNOFOBİ KARŞITLIĞINDA MEDYA VE DEMOKRASİ

“Her teknoloji, hem özgürleşim hem de tahakküm karşı ihtimallerini bünyesinde taşır.” Arthur KROKER

Demokrasi ve basın özgürlüğü kavramları medya çalışmalarında merkezi bir konumda olagelmiştir. Bu bağlamda, kavramların “yeni medya” ile ilişkilendirilmeleri öncelikle tarihi bir çizgide bu gelişmeleri sorgulamayı gerektirmektedir. Yazıda, farklı kuramların temel meselelere yaklaşımlarının saptanmasının ardından; temsili demokrasi ile doğrudan demokrasi arasında bir sentez çabası olarak, sermayenin egemenliği dışında ve sermayeye rağmen bir “kolektif tecrübe ufkunun” varlığı bağlamında kamusal alan tartışmalarına yer verilecektir. Yüz yüze iletişimle yeniden kurulması pek de mümkün gözükmeyen kamusal alanın, radikal ve muhalif kamuları da kapsayacak biçimde yeni medya dolayımıyla kurulma olasılığı sorgulanacaktır.
Dile getiriliş biçimi ne olursa olsun basın özgürlüğünün ortak işlevi, demokratikleşme için verilen mücadelede yönetenlerin ve çoğunluğun fikirleri dışında kalanlar için bir emniyet supabı olarak görülmesi ve “kötü” ve “keyfi” yönetimlere karşı bir savunma aracı olmasıdır.
En genel biçimiyle liberal yaklaşım ifade özgürlüğünün korunmasında ve belki de kurulmasında kitle iletişim araçlarının vazgeçilmez bir rolü olduğunu öne sürerken, eleştirel yaklaşım sınıflı bir toplumda ifade özgürlüğünün mümkün olamayacağını söyler. Liberal yaklaşım “mülkiyet hakkı” ve dolayısıyla “piyasanın özgürlüğü” (negatif özgürlük-freedom) ile temellenen bir basın özgürlüğü kavramsallaştırmasına sahiptir. Eleştirel yaklaşım özgürlük meselesini bir “özgürleşim” (pozitif özgürlük/emancipation) mücadelesi olarak kurar ve sınıf bilincinin oluşması ve dünyanın emekçilerce hakça bölüşümü olarak kavrar. Yine liberal yaklaşım demokrasi için kitle iletişim araçlarından yararlanılabileceğini savlar. “Peki ama kimin demokrasisi?”… Eleştirel kuram içinse bu sav değerini sorgulamadan kavramı sorunsallaştırmaktan öte bir şey değildir.
Geleneksel aristokrasi ile ticari burjuvazinin dışındaki geniş halk kitlelerinin de “gazete tüketicisi” saflarına katılmasıyla birlikte bir yandan siyasi parti basını (party ptress) doğarken; öte yandan onun bir “mezar kazıcısı” olarak kitlesel tirajlı basın (mass circulation press) yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Basın özgürlüğü de bu gelişmelerin seyrinde doğan bir kavram olarak kitle iletişim araçlarına toplumlarca yüklenen işlevler ve onlardan beklentilerdir. Burada ifade edilen “toplum” vurgusu dikkate değerdir. Örneğin Kuzey Amerika’da basın özgürlüğü sömürgeciliğe karşı verilen demokrasi mücadelesinin bir simgesi olurken; Avrupa’da ise din özgürlüğüne yönelik demokrasi mücadelesinin bir simgesi durumundadır.
19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın başına kadar geçen sürede basın özgürlüğü liberal gelenek etrafında şekillenmeye başlamış ve genel anlamıyla “mülkiyet hakkı”na indirgenmiştir. Bu dönemde özgürlüğün ancak devletten özerk olunduğunda sağlanabileceği anlayışı hakimdir. Düşüncelerin pazarda serbestçe dolaşması (market place of ideas) analojisine yaslanılmaktadır. Medya pluralizmi ancak bu sayede sağlanabilecektir. Görüldüğü gibi bu dönemde basın özgürlüğü tartışmaları “medya çalışanları”nın değil, “mülkiyet hakları”nın korunmasını önermektedir.
20. yüzyıl ile birlikte, basın sektörünün tekelleşerek gelişmesi, gerek kuruluşların kârlarını arttırma çabaları, gerekse reklamcıların etkisi gibi sektör dışı ekonomik ve mali çıkar çevrelerinin baskıları nedeniyle “medya pluralizmi” ve “serbet pazar” mitleri üzerinde düşünülmeyi gerekli kılmıştır. Yine bu dönemde basın sektörüne ilk kez yatırım yapabilmek için gereken sermaye miktarı kat be kat artmış; farklı fikirlerin medyada yer alma olasılığı da giderek azalmıştır. Sarı Basın (Yellow Press) ve kitlesel tirajlı basın (mass circulation press) yükselirken; fikir gazeteciliği (opinion press)  ve siyasi parti gazeteciliği (party press) yok oluş serüvenine girmiştir.
Curran’a göre yukarıda da değinilen pek çok liberal mit, medyanın küçük çaplı siyasal yayınlardan oluştuğu ve devletin yine küçük bir seçkin grubu tarafından denetlendiği dönemlerde oluşturulduğundan, günümüz medya ve demokrasi tartışmalarını açıklamada yeterli olamamaktadır.
Liberal kuram çerçevesinde gelişen diğer kavramsallaştırmalara ve bunlara yönelik eleştirilere de yer vermek yerinde olacaktır. Bunlardan ilki “Kamu Yararı”dır. Devlet müdahalesi ile liberal öğreti arasında bir uzlaşı sağlayan bu görüşe göre “ortak iyi” adına devletin basın kuruluşlarına müdahale edebileceği varsayılmıştır. Tabii “kamu adına” ve “demokratik” kaygılarla…
“Basının Toplumsal Sorumluluğu” kavramsallaştırması ise kitle iletişim aracının mülkiyetini elinde bulunduranların yayın içeriklerini kendi çıkarları için değil kamu çıkarına göre belirlemeleri gerektiğini söyler. Zira medyanın ürettiği mal, diğer sanayi-ticaret faaliyetlerle aynı kefeye konamayacaktır. “Watch Dog” (Bekçli Köpeği) ifadesi ise basının bir bekçi köpeği gibi hükümet uygulamalarını denetlemesi ve halkı olan bitenden haberdar etmesi gerektiğine işaret eder.
Buraya kadar gündeme getirilen liberal yaklaşımdan doğan tezler de J. S. Mill’in gözüyle okunduğunda gerçekliğini yitirmektedir. Mill şöyle söyler:
“Bir düşünce doğru da olsa farklı düşüncelerle çarpışmadığı sürece, kısa sürede dogmaya dönüşebilir.”
Mill şöyle devam eder:
“Eğer tek bir kişi dışında herkes aynı fikri paylaşıyorsa, nasıl ki bu kişinin diğerlerini susturmaya hakkı yoksa; diğerlerinin de bu tek kişiyi susturmaya hakkı yoktur.”
Görüldüğü üzere “kamu yararı”, “ortak iyi” ve “genel ahlak” gibi mitler pek çok güçlüğü içinde barındırmaktadır.
Curran da, benzer bir şekilde çoğu kez demokrasi ve basın özgürlüğü için “büyük adım” gibi muştulanan pek çok gelişmeyi eleştirel bir gözle okumayı önerir. Örneğin 1800’lerin sonunda İngiltere’de damga vergisinin kalkması, pek çok araştırmacı için basın özgürlüğünün önündeki engeli kaldıran bir gelişme olarak algılanmıştır. Oysa bu sayede, reklamların maliyeti çok ucuzlamış; potansiyel ve çok sayıda müşteriye hitap eden popüler/kitle gazetelerine reklam akışı hızlanmıştır. Muhalif ve radikal basın ise reklam gelirlerinden mahrum kaldığı için piyasadan çekilmek zorunda kalmışlardır. Bu dönemde devletin baskısının yerini piyasanın baskısına bıraktığı açıktır.
Chomsky’e göre günümüzde büyük çoğunluk medya ve demokrasi ilişkisi bağlamında basın özgürlüğünü sadece gazeteleri okuyabilmek, televizyon izleyebilmek ve sinemaya gidebilmek olarak görmektedir. Oysa bu iletişim mecralarının içeriğinin nasıl doldurulacağı; neyin, nasıl gösterileceği konusunda belirleyici medya endüstrisinin sahibi olan, üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar ile onların ücretli olarak çalıştırdıkları medya profesyonellerince belirlenmektedir. Tıpkı tekelleşme ile birlikte yıkılan “medya pluralizmi” miti gibi medya içeriğinin çoğulculuğu miti de efsanedir. Çünkü çoğu medya içeriğinde “Birinci Dünya Bakış Açısı” hakimdir. “Dördüncü güç” olarak aksettirilen medya, güçlerin medyası olan ideolojik bir aygıttır.
Michael Parenti de içeriğin belirleyicisinin toplum olduğuna dayanan “halk ne istiyorsa onu veriyoruz” mitini eleştirir ve görüşlerini şöyle ifade eder:
“Halk ne istiyorsa onu verdiklerini söyleyenler yalan söyler. Bir medya içeriği oluşturulurken, isteklerine bakılanlar medya sahipleri ve reklam verenlerdir. İçerik bu aktörlerin belirleyiciliği altında oluşturulur çünkü asıl mutlu edilmesi gerekenler halk değil, bu aktörlerdir. Bir medya içeriği izleyicinin tepkisi alınmadan oluşturulur. İzleyici tepkisiyle değiştirilmesi mümkün değildir. Hatta belki de gerekli değildir. Halk ne istiyorsa onu verdiğini iddia edilenler; halkın kendi verdiklerini beğenmesi için ellerinden geleni yaparlar.”
Medyada gözlenen bir diğer gelişme ise,  tekelleşen, ticari hale gelen ve eğlence pompalayan medyanın temsili demokrasi ile doğrudan demokrasi arasında bir sentez niteliğinde olan kamusal alanı giderek küçülttüğü gerçeğidir. Bu bağlamda “kamusal alan”ın “ne”liğini, yükselişini ve çöküşünü, son olarak da yeni medya ekseninde yeniden doğma ihtimalini tartışmak yerinde olacaktır.
Alman sosyolog ve siyaset bilimci Jürgen Habermas tarafından ortaya atılan “Kamusal Alan” alan kavramı eleştirel sosyal bilimciler tarafından çokça tartışılan bir konudur. Habermas “Kamusal Alan’ın Yapısal Dönüşümü” (KAYD) adlı kitabında feodalizm sonrasında kurulan ulus devletin burjuva kamusal alanının demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olduğunu söyler.
Kamusal alan devlet politikaları, ticari çevreler ve ailenin mahrem yaşamının dışında bir dördüncü güç olarak rasyonel akıl yürütme ve söylemsel etkileşim alanıdır. Devlet eylemi ve sivil toplum üzerine düşünmek üzere bir araya gelen kamunun “özneler arası” bir akıl yürüterek parlamento üzerinde etkili oldukları bir alandır.
Kamusal alan ilkesel düzeyde herkese açıktır. Herkes statülerini bir kenara bırakarak bu alana dahil olup, politik konularda fikirlerini paylaşıp bir konsensüs/uzlaşma arayışına girebilir. Halk kendi kendisi ve devletin pratikleri üzerine eleştirel biçimde akıl yürütebilir.
Habermas, Burjuva kamusal alanın doğuşunda medyaya büyük önem atfeder. Bu dönemde süreli yayınlar önem kazanmaya başlar. Tıpkı kamusal alan gibi, bu yayınlarda da önce sanat ve edebi tartışmalar yer alırken; daha sonra politik konular tartışılmaya başlanır. Bu bağlamda, bu dönemde sadece Londra’da düzenli olarak katılımcıları olan 3000’den fazla kahvehane olduğunu ve bu kahvehanelerde süreli yayınların okunarak üzerinde akıl yürütüldüğünü söylemek yerinde olacaktır. Basının ve kamusal alanın etkisiyle, parlamento daha şeffaf hale gelmiş; parlamentonun basın üzerindeki denetimi kalmıştır. Parlamento basına ve kamuoyunun taleplerine karşı daha duyarlı hale gelmiştir.
Habermas, 18. yy.da gelişen ve demokrasinin olmazsa olmazı olan bu alanın; 19. yy. ile birlikte, devletin nüfuz alanını genişletmesi ve tekelleşmenin artması ile birlikte çöküşe geçtiğini söyler. “Yeniden feodalleşme” olarak adlandırdığı bu dönemde,  kültürel akıl üreten kamunun pasif kültür tüketicisine dönüştüğünü söyler. Bu dönemde insanlar sadece birlikte sinemaya gitme ve radyo dinleme etkinliklerinde bulunurlar ama bunlar da kamusal (özneler arası) akıl yürütme faaliyeti olarak okunamaz. Kültür, özel alanda tüketilir hale gelmiştir. Burjuva toplumunun eleştirel vasfı yok olmuştur. Nasıl ki, burjuva kamusal alanın doğuşunda basın etkili bir güç olmuşsa; yıkılması ya da daralmasında da etkili olmuştur. Gittikçe ticarileşip, tekelleşerek eleştirel misyonunu yitirmiştir. Yine bu dönemde, iletişim sadece ticari kaygılarla yapılmaya başlamış, eğlence işlevi diğer tüm işlevlerden önemli hale gelmiştir. Eskiden siyasi eleştiri amacı güden medya, bu dönemde siyasi bir propaganda, halkla ilişkiler ve reklamcılık alanı haline gelmiştir. Depolitize bireylerin oluşmasında etkili olmuştur.
Elbette Habermas’ın kamusal alan kavramsallaştırmasına yönelik eleştiriler de mevcuttur. Her şeyden önce Habermas, sınıf ve cinsiyet körüdür. Rasyonel, akıl yürütebilen ve mülk sahibi burjuva erkeklerine açık bir alandır. Radikal ve muhalif kamulara zaten baştan kapalıdır. Özel ekonomik çıkar ve ev içi şiddet gibi konuları kamusal tartışma alanına hiç dahil etmemiştir. Habermas, kamusal alanın çöküşüne dair sadece durum tespitinde bulunmuş ve bir reçete ortaya koyamamıştır.
Habermas eleştirilere yanıt verir. Ona göre kamusal alan dışlayıcı olduğu kadar kapsayıcıdır da.  Aklın özel alanda kullanımına göre kamusal kullanımının etkisini vurgulamaktadır. Sivil toplum ve devlet üzerine düşünerek hakikat arayan bir özneler arası aklın önemine işaret eder.
‘Yeni Medya’nın daralan ve yıkılan bu alanı yeniden canlandırıp canlandıramayacağına ilişkin tartışmalara geçmeden önce, “yeni medya” ekseninde “enformasyon çağı” olarak nitelenen dönemin genel özelliklerinden bahsedilmesi yerinde olacaktır.
Yeni Medya’nın yeni aktörleri çok uluslu şirketler, bu aktörlerin üretim tarzında kullandıkları başlıca araç ise Bilgi ve İletişim Teknolojileri (ICT ya da BİT)’tir. BİT ve Yeni Medya, eşitsiz toplumsal ilişkileri yok eden bir mucize gibi muştulanmaktadır. Teknolojiyi girdi olarak kullanmak tarihselci, kaçınılmaz, gelişmeci, doğal, teslim olunması ya da oldurulması gereken bir süreç olarak gösterilmektedir. Bu teknolojileri kullanabilecek altyapıya sahip olmak ise önemsizleştirilmektedir. Gelişmekte olan ülkeler bu teknolojiyi gerektirecek, doyuracak ve yaşama geçirecek alt yapıya gerçekten sahip midir? Yoksa kapitalizmi içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarmanın bir aracı mıdır BİT? Bağımlılık ilişkilerini yeniden kuracak bir ambalaj mıdır? Toplumun geneli için değil, bir bölümü için refah sağlayacak bir araç nasıl olup da yeni bir toplumsal yapıyı işaret eden en güçlü argüman haline gelebilmektedir?
Kurucu babalardan Mc Luhan’ın “Global Köy” ve “Enformasyon Çağı”, Daniel Bell’in “Sanayi Sonrası Toplum”, Alvin Toffler’in “Üçüncü Dalga” olarak müjdelediği bu döneme, kuşkusuz eleştirel bir gözle bakmak gerekmektedir.
Daniel Bell sanayi toplumunun sonrasında, ondan farklı özelliklere sahip olan bu toplumun genel olarak ideolojilerin, özel olarak Marksizmin sonunu getirdiğini düşünmektedir. Sermaye-emek çelişkisinin sona erdiğini müjdelemektedir. Japon Masuda da benzer şekilde “Computopia” kavramsallaştırması ile BİT’in olanakları sayesinde insan emeğine bağımlılığın sona ereceğini söylemektedir. Bağımlılığın insana değil, sermaye sahiplerine olduğu gerçeği silikleştirilmektedir.
İster olumlu, ister eleştirel bir bakışla bakılsın yeni medyaya bakılırken gözden  kaçırılan şey, teknolojiye atfedilen olağanüstü güçtür. Üretim tarzındaki teknik girdiler, başat konuma getirilmekte; toplumsal ilişkiler marjinalleştirilmekte ve analiz nesnesi dışında bırakılmaktadır. Devrimi yapacak olan insan değil de teknolojiymiş gibi aksettirilmektedir.
Şu ana kadar sıralanan iyimser iddialara karşı çıkan; kötümser bir teknolojik determinist, teknofobik ve hipermodernist olarak nitelenen Virilio’ya göre siyaset insanların elinden alınmıştır. Giderek ordu, devlet ve teknoloji tarafından belirlenmektedir. Kamusal katılım artmak şöyle dursun, gittikçe azalmaktadır.
Schiller da benzer endişeleri paylamaktadır. Ona göre siber uzam yoksulların asla “özne” olarak var olamayacakları, yalnızca birer tartışma nesnesi olarak var olabilecekleri bir ortamdır. Sanal topluluklar meta sermayesi tarafından atomlaştırılmıştır. Gerçek komünal yaşam yok olmuştur. Sanal topluluklar yükümlülük ve sorumluluk yeri olan gerçek toplulukların aksine ironi ve oyun üzerine kurulmuştur.
Bir başka kötümser teknolojik determinist olan Winston ise “radikal potansiyelin bastırılması yasası” olarak adlandırdığı kavramsallaştırma ile yeni teknolojilerin, muhalif ve radikal çabaları, egemenlerin istediği biçimde bir potada erittiğini söyler. Müzik parçalarının paylaşıldığı bir internet sitesi olan Napster’a yönelik davayı da bunu örneklemek için kullanır. Napster, fikri haklara yönelik davalardan korumak için katılımcılarının sahip oldukları mp3 formatlı müzik parçalarını site üzerinde tutmamış, sadece katılımcılar arasında bir ara buluculuk yaparak; birbirlerinden müzik parçası alabilmelerine olanak sağlamıştır. Ancak ABD Plak Şirketi açtığı davayı kazanmış, Napster yüklüce bir tazminat ödemeye ve başarısız bir abonelik sistemi kurmaya mahkum olmuştur. Böylece tam da Winston’ın iddia ettiği gibi radikal olan bastırılmıştır. Oysa Winston’ın gözden kaçırdığı bir nokta vardır. MP3 paylaşımı, sanatçının emeğinin üzerinden para kazanan plak şirketlerini aradan çıkarma fikrini doğurmuştur. Kısacası cin şişeden artık çıkmıştır. Küçük ve parçalı çabalarla da olsa, bu olasılık sorgulanmaya ve denenmeye devam edilmiştir. Bu da bize Arthur Kroker’in “Her teknoloji, hem özgürleşim hem de tahakküm yönünde karşı ihtimaller taşır.” önermesinin doğruluğunu göstermektedir.
Egemenlik ve özgürleşim eksenleri yerine daha farklı bir okuma öneren Manuel Castells de yeni medya teknolojilerinin bir yandan kültürel sermaye ve hiyerarşiyi üretirken, diğer yandan toplumsal hareketlerin seslerini duyurmada ve uzaktaki toplumlarla bağ kurmalarında önem arz ettiğini iddia eder.  Castells, ilk uluslararası gerilla hareketi olarak tanımladığı Zapatistaların Meksika’da yerel saygınlık ve toprak amaçlı verdikleri demokrasi mücadelesinde internetten ustaca yararlandıklarını vurgular. Her türlü yerel deneyimin küresel gündeme taşınmasında, zaman ve uzam boyunca iletim kapasitesine sahip yeni medyanın önemine dikkat çeker.
Benzer şekilde geçtiğimiz yıl Tekel İşçilerinin direnişleri egemen medyada iki dakika ile sınırlı bir biçimde, araya reklamlar alınarak ve “münferit olaylar” olarak aksettirilmiştir. Oysa yeni medyanın zaman ve uzam sınırlı olmayan kimi alternatif mecralarında, süre kısıtlaması olmaksızın konu tartışmaya açılmıştır.  Yani zaman, kurgu ve reklamla sınırlı “yeniden üretim” derdi olmaksızın bütünlüklü bir sınıf mücadelesinin verildiğini gösteren mecralara rastlanılabilmiştir.
Dünya Sosyal Formu, Avrupa Sosyal Formu ve Türkiye Sosyal Formu gibi internet sitelerinin de,  muhalif kamuların sorunları tartışmalarına olanak sağladığı gözen kaçırılmamalıdır. Bu oluşumlar Habermas’ın “burjuva kamusal alan”ının yerine geçebilecek midir? Belki de üzerinde durulması gereken, bu oluşumların etkililik alanlarını arttırma yollarıdır. Yazının başına dönecek olursak, sermayeye rağmen ve sermayenin egemenliği dışında bir kolektif tecrübe ufku nasıl yaratılacaktır? Karar alma süreçleri üzerinde etkili, muhalif kamuları da kapsayan yeni medya oluşumları, gerçek komünal ilişkilerin yerine demokratik mücadele sağlayabilecek midir? Bunun ön koşulu kuşkusuz geçici (palyatif) ve parçalanmış bir görünüm arz etmeden direnmelerine bağlıdır.
Bu soruların yanıtlarını teknoütopik ya da teknofobik bir biçimde değil, toplumun dinamiklerine bakarak aramak gerektiği ortadadır. Her ne kadar melez/hibrit bir görüntü arz etseler ve toplum yerine teknoloji temelli bir çözüm arayışı içerisinde olsalar da;  Castells ve Arthur Kroker’in, teknolojinin hem özgürleşim hem de tahakküm karşı ihtimallerini bir arada taşıdığına gönderme yapan tespitleri daha gerçekçi gözükmektedir. Teknolojiyi demokratikleşmenin uygulayıcısı değil, en önemli girdilerinden biri olarak görerek mücadeleyi sürdürmek mümkündür.
Medyadaki tüm olumsuz koşullara ve iç ferahlatmayan mevcut güç-iktidar ilişkilerine rağmen, sermayenin egemenliği dışında ve sermayeye rağmen bir “kolektif tecrübe ufku” yalnızca bir ütopya olarak nitelendirilmemelidir. Özellikle alternatif medyanın varlığı, etki alanı sınırlı olmak ya da farklı tüm kamusallık biçimlerine ulaşamamakla birlikte “başka türlü bir iletişim”i mümkün kılmaktadır. Bu bağlamda farklı ve radikal kamusallık tiplerini kapsayan ve yeni medyadan yararlanan oluşumlar, temsili demokrasi ile doğrudan demokrasi arasında bir senteze vararak; parlamento üzerinde yeniden etkili olma potansiyeline sahiptir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder