Varlık Edebiyat ve Kültür Dergisi, 2007/02-1193, Şubat, 2007.
Kitle ürünlerinin tüm yaşamımı esir aldığı yıllar değildi henüz. Birisi bir mağazadan giyecek bir şeyler alsa, tüm mahalle günlerce onu konuşurdu:
- İşlemeleri de çok güzelmiş.
- Dikişleri de bir başka canım.
- Tek bir ilmek atlanmamış baksanıza.
- Pahalı ama çok dayanıklı oluyor mağazadan alınan mallar.
- Bu marka çok ünlüymüş.
Zenginin malının züğürdün çenesini ziyadesiyle yorduğu yıllardı… Terzilere ve annelere çok iş düşerdi o zamanlar.
Benim mağazadan alınan bir kazağım, hatta çorabım bile olmamıştı. Bütün gün yemektir, bulaşıktır uğraşmaktan harap ettiği elleriyle, annem hazırlıyordu tüm giysilerimi. “Bak bu sefer sepet örgüsü yaptım. Şekli ne de güzel oldu!” demelerine, derin bir sessizlikle karşılık veriyordum. Belli ki elinden gelenin en iyisini yapmaya çabalıyor, bana biraz olsun beğendirebilmek için komşu komşu gezip yeni modeller öğreniyordu.
Örgü modellerinin piri kabul edilen selanik örgüyü bile öğrenmişti. “Bak şekerim, ilk önce örülecek ilmek sayısı kadar bir ters bir yüz lastik şeklinde öreceksin. Selaniğe başlamadan 2 sıra lastiğe devam edeceksin. Daha sonra lastiğin yüz kısımlarını bir alt ilmeğin deliğine batıracaksın. Terslere normal şişteki ilmekle devam edeceksin.” diyordu Nebahat teyze…
Nasıl örerse örsün, biricik oğlunu; Hasan’ını, yani beni, mutlu edemeyeceğini biliyordu da; çabalamaktan vazgeçmiyordu annem. Baktı ki ben motiflerle ilgilenmiyorum; hazır kazakların örgüsünü taklit etmeye kalkıyordu. Tek ilmek bile atlamadan, makine gibi örmek için gözlerini dört açıyordu.
Bir gün okul çıkışı eve dönerken; sınıf arkadaşım Kerem’in annesinin, mağazalardan aldıkları giysileri poşete koyup kapının önüne bıraktığını gördüm. Poşeti kor komaz karşı penceredeki komşuya seslendi: “İhtiyacı olan birileri alır herhalde. Ben yine de poşeti bağlamayayım. Neme lazım çöp möp sanırlar.” Kerem hep en kaliteli mağazalardan alırdı kazaklarını…
Sokağın en sonundaki evin duvarına usulca iliştim. Mahallenin sessizliğe gömülmesini bekledim bir süre. Tam hamle yapacağım sırada sokağın başından koşarak bir çocuk fırlıyor, usulca yerime dönüyordum. Poşeti tam kapacakken, tezgâhından çıkan paslı seslerle sokağı dolduran bir seyyar satıcı köşeden görünüyordu.
Zaman da hayli geç olmuştu. Annem kesin sokağa düşüp, beni aramaya koyulacaktı az sonra. Kendi diktiği incecik mantosunun içinde daha da zayıf gözükecek, “Hasan” diye bağıracak ve sesi yankılanarak kaybolacaktı sokak boyunca.
Son bir hamle yapacak vaktim vardı. Bu kez kimsecikler yoktu. Sokağa bakan pencereleri gözlerimle kontrol ettim. Poşeti kaptığım gibi koşmaya başladım. Kimsecikler görmesin diye annemin ördüğü kazağı göbek kısmından çekip içine sakladım onu. Karnım şişkin gözüküyordu ama pek de belli olmuyordu… Ya da ben öyle sanıyordum.
Eve yaklaştığımda soluk soluğa kalmıştım. Annemin incecik mantosuyla kapıda belirdiğini gördüm. “Hasanım noldu sana?” diye bağırdı. “Yok bir şeyim, geldim işte.” diye homurdandım. Daha eşikten içeri bile girmeden fark etti karnımdaki şişliği. Meraklı gözlerle yüzüme baktı. Kollarımı karnımın üstünden çekip, iki yana açmamla birlikte, poşet avluya düştü…
Annem poşete doğru uzandı. İçinden çıkan iki parça giysiye şöyle bir baktı. Giyilecek gibi değildiler. Oldukça eskimiş, yıpranmışlardı. Hatta yama yamaydı bir tanesi. Bu kadar uğraşın sonunda daha güzel şeyler bulacağımı umuyordum. Tomarla para verip de aldıklarını çöpe atacak değildi ya zenginler. Hayal kırıklığımı ta içinde hisseden annem beni izliyordu. Gözlerim doldu sonra… Hiçbir şey söylemeden iki göz odalı evimize daldım. Bir odanın kapısını kapatıp divana attım kendimi. Peşimden koşan annem, odanın kapısını tıklayıp “Hasan!” diyecek oldu… Cümlesini tamamlamadan “Rahat bırak beni.” diye bağırdım.
Hava kararıncaya kadar yarı hayal, yarı rüya bir şeyler gördüm. Uyanınca usulca mutfağa yöneldim. Annem oradaydı. Yanağımı öptü, saçımı okşayacak oldu… Omuzlarımı silkip geri çekildim. Kendi elleriyle hazırladığı tarhana çorbasını koydu önüme. Kokusu burcu burcu, tadı enfes… Öyleydi ya, okuldaki çocukların söylediği hamburgerden yemek istiyordu canım. Bir tanesi “Bildiğin köfte ekmek” diyordu; öteki “Olur mu hiç! Ona sos koyuyorlar” diye itiraz ediyordu. Ben hiç hamburger yememiştim… Ama annem, ayda bir kez, ölen babamdan kalan üç kuruşluk maaşı aldığında, köfte pişirirdi. Daha sonraki günlerde idareli harcardı paramızı.
Suratımdan düşen bin parça bitirdim çorbamı. Bir kaşık bulgur pilavı aldım öteki tencereden. Tam sofradan kalkacakken geldi annem. “Haftaya sana bir sürprizim olacak.” dedi. Yanıt vermeden gittim yatmaya.
O hafta her zamankinden daha neşesizdim. Arada bir annemin sürprizi aklıma geliyor; yeni bir örgü modeli öğrenip kazak örmüştür diye iyiden iyiye sinirleniyordum.
Bir okul dönüşü annem beni kapıda karşıladı. Bir şey saklamaya çalışıyordu. Sonra uzattı bana arkasında sakladığı paketi. Önündeki arma işlemesiyle, boynunda asılı markasıyla mağazadan alınmış bir kazaktı. Nasıl mutlu olmuştum. Yüzüm haftalar sonra ilk kez gülmüştü. Annemin boynuna sarılmıştım…
Mağazadan alınan ilk ve tek kazağım bana küçük gelmeye başladığında; artık giyilemeyecek kadar eskidiğinde söylemişti annem… Kazağı mağazadan almamıştı. Poşetle getirdiğim giysilerden kestiği arma ile markayı, tek bir ilmek atlamadan tıpkı hazırmış gibi ördüğü kazağa elleriyle dikmişti. Bana yalan söylediği için kızacaktım; utandım sonra… Emeğini, beni mutlu etme isteğini düşünüp kendimden utandım.
Şimdi istediğim giysiyi satın alıp, istediğimi yiyecek kadar büyüdüm. Bir giydiğimi bir daha giymiyor; istediğim tüm pahalı restoranlarda yemek yiyebiliyorum.
Annem artık yok…
Geçenlerde çocukluğumla yüzleşmek istedim. Fark ettim ki hiçbir marka annemin kazaklarını üretemiyor. El emeği, göz nuru vardı onlarda. Herkesin giydiği sıradan kazaklar değillerdi… Sonra annemin çorbasını hatırladım. Kokusu burnuma gelir gibi oldu. Şehrin onlarca kokusu arasında yitip gitti. Şimdilerde bir şeyler eksik kalıyor yaşamımda sanki… Belki elleri annemin!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder